top of page
Yazarın fotoğrafıAyşe PELİKLİ

BİR DOMİNO ÖYKÜSÜ: ŞİŞHANE'YE YAĞMUR YAĞIYORDU

Güncelleme tarihi: 20 May 2022


ayşe pelikli'nin şişhaneye yağmur yağıyordu inceleme yazısı

Okurken ayrı, incelerken ayrı hayran kaldığım bu öykünün tahlilini sizlerle de paylaşmak istedim. Tahlil oldukça uzun olduğundan konu başlıklarına ilgili bağlantılara tıklayarak hızlıca ulaşabilirsiniz. Faydalı olması dileğiyle.


Özet

Belediyenin çöp toplama işine koşulmuş Kalender isimli bir at, bir gün bir hamalın sırtında taşıdığı bir aynada kendini görür. Gördüğü yansımaya kişnemek ve dolu dizgin koşmak suretiyle tepki veren Kalender, o sırada önüne çıkan bir elektrikçi/aydınlatma dükkanının vitrinini indirir. Dükkan sahibi ve müşteri dükkandan dışarı çıkarken çöpçü beygiri, bu sefer de tramvay yolundaki bir arabaya çarpar. Bu arabayı kullanan fakat kazada yaralanmış ve bayılmış olan Margusyan, acilen eksiltmeye yetişmesi gereken bir tüccardır. Kaza tramvay yolunda olduğu için kaza bölgesinden geçmekte olan tramvay da durur ve beklemeye başlar. Tramvayın yolcularından biri olan avukat Süheyl, tramvayın içinde beklerken kaymakamlık önünde bir gelin ve damada şahit olur ve yalnızlığı böyle yağmurlu günlerde iyice canını sıktığı için, bekleyen tramvayla da vapura yetişemeyeceğini düşündüğünden tramvaydan inip vapura yürümeye başlar. O esnada vitrini kırılan dükkandan dışarı çıkmış olan müşteri Serap, Süheyl’in üniversiteden arkadaşıdır ve ona seslenerek bir diyalog başlatır. Bu diyalog sonunda sinemaya gitmeye karar veren ikili, Serap’ın annesine haber vermek için telefonu olan dükkana girerler. Diğer yanda kaza geçirmiş olan Margusyan ayılır ve yetişemeyeceği eksiltmenin sahibine telefon etmek için aynı dükkana girer fakat telefon Serap’ta olduğu için arayamadığı eksiltme sahibi, malları ikinci alıcıya verir. Söz konusu alıcının bu mallara her şeyden çok ihtiyacı vardır ve alabileceğini hiç ummadığı bu mallar sayesinde kendisinin ve dolayısıyla ailesinin hayatı kurtulacaktır. Sonraki gün Kalender kendini tekrar bir aynada görür fakat kişnemez. Kafasını çevirip yoluna devam eder.


haldun taner

Haldun TANER

12 Ocak 1950 tarihinde kaleme alınmış bu hikayeyi incelemeye geçmeden önce yazarı etraflıca tanımakta fayda vardır. Zira Haldun Taner’in aile geçmişi, aldığı eğitimler, yaşadığı yerler, sanat görüşü, hikayelerine derinden işlemiştir.

Çocukluğu

Tam adıyla İbrahim Haldun Taner, 16 Mart 1915’te İstanbul’da doğmuştur. “Beylerbeyili”dir. Kendisi Beylerbeyili olmanın bir kültür olduğunu dile getirir. Bir başka deyişle Haldun Taner, bir İstanbul beyefendisidir. Beş yaşındayken kaybettiği babası, ilk Devletler Hukuku profesörü Ahmet Selahaddin’dir. Misak-ı Milli ve İstiklal Savaşı’nı savunan Ahmet Selahaddin, Sultanahmet Mitingi’nde konuşma yapmış ve bu konudaki makalelerini Vakit gazetesinde kaleme almıştır. Haldun Taner’in çocukluğu pek parlak geçmez. Çocuktur ama düşman gemilerinin limana demir atması onu derinden üzer. Babasının yaptığı mücadelenin de bu tavırda etkisi vardır. Bu tavır, sonraki yıllarda hikayelerine yansıyacaktır. Dedesinin yanında büyüyen Taner için dedesinin matbaası, onun edebi hayatının başlangıcı sayılabilir. Matbaada tanınmış edebiyatçılarla tanışma fırsatı bulmuştur. Teyzesinin onu sık sık tiyatroya götürmesinin de sanat hayatına etkisi olmuştur.

Eğitim Hayatı

Haldun Taner, okul hayatına Galatasaray Lisesi’nin ilk bölümünde parasız yatılı olarak başlamıştır. Galatasaray’da öğrendiği Fransızca, ona hem Batıyı hem de Batı edebiyatını tanıma fırsatı vermiştir. Galatasaray’daki hocaları arasında Halit Fahri Ozansoy ve İsmail Habip Sevük de vardır. 1935 yılında Hitler diktasının hüküm sürdüğü Almanya’da, Heidelberg Üniversitesi’nde iktisat öğrenimi görmüş, siyaset ve politika dersleri almış fakat burada tüberküloza yakalanan yazar, 1938 yılında eğitimini tamamlayamadan İstanbul’a dönmüştür. Haldun Taner’in öykülerinde kısmen burada yaşadığı olaylara da rastlarız. 1948 yılında önceki tahsilini bir yana bırakıp Edebiyat Fakültesi’ne giren Taner, Alman Filolojisi yanında Sanat Tarihi ve Türkoloji bölümlerinden de sertifika alarak iki sene içinde öğrenimini tamamlamıştır. Bu eğitimlerinin yanı sıra 1955-1957 yılları arasında Viyana Üniversitesi’nde felsefe ve tiyatro eğitimi almış, ayrıca bu yıllarda Yeşilçam’daki film şirketleri için de senaryolar yazmıştır.

Meslek Hayatı

Hayatını yazarlıktan kazanan şanslı kişilerin sayısının çok az olduğunu belirten yazar, devlet memurluğuna 1948 Ekim’inde Tekel Genel Müdürlüğü Enstitüler Müdürlüğü’nde, Kütüphane Servisi’nde başlamış, 1951 yılı Kasım ayında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Kürsüsü’nde asistan olmuştur. 11.11.1955’e kadar burada çalışmış, 1957’de İstanbul Üniversitesi’nde ilk kez tiyatro tarihi ve dramaturgi dersleri vermiştir. Yine aynı yıl Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı yapmıştır. 01.03.1960 tarihinde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde okutman olarak çalışmaya başlasa da 1960 darbesi sonrası 147 üniversite hocasıyla birlikte Haldun Taner de görevinden alınmıştır. Münir Özkul’la beraber 1969’da Bizim Tiyatro’yu kurmuş ve İşçi Tiyatrosu’nda tiyatro dersleri vermiştir. 1977’de ticari kaygıları öne sürerek 1967’de kurduğu Devekuşu Kabare’yi bırakmış ve Tef Kabare Tiyatrosu’nu kurmuştur. İlk defa Türk kızlarına üniversiteye girmek hakkını kazandırmak için de mücadele etmiş olan Taner, 7 Mayıs 1986’da kalp krizinden vefat etmiştir. Teşvikiye Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra 9 Mayıs’ta Küplüce Mezarlığına defnedilmiştir.

Sanat Hayatı-Hikayeciliği

Haldun Taner, Ömer Lekesiz’in modern Türk öyküsü tasnifinde 3. sınıf olan yükseliş ve olgunlaşma döneminde yer alır. Edebiyat tarihimizde öykü sahasındaki yeri 1950-1960 olarak belirtilen Haldun Taner, yaşadığı dönemde Türk öyküsüne yenilikler getirerek farklı bir çığır açmıştır. Haldun Taner öykülerinde klasik kurgu, deneysel kurgu ve simgesel kurguyu kullanır. Taner’in 1946 yılından başlayan öykü yazımı, 1980’li yıllara kadar devam etmiştir. Haldun Taner’in yazarlığı üzerinde etki eden edebiyatçıların başında Ahmed Rasim gelir. Hüseyin Rahmi’de görülen geleneksel edebiyatın etkisi ve mizahi tarzı da Haldun Taner’e yansımıştır. Etkilendiği önemli sanatçılardan bir diğeri Bertolt Brecht’tir. Dünya edebiyatında epik tiyatroda çığır açan Brecht’in Türk edebiyatındaki en önemli iki temsilcisinden biri Haldun Taner olmuştur.


Taner’in hikayeciliğinin temeli, sorunlara tek doğrultuda ve tek yönlü yaklaşmaktan kaçan, kişiyi sürekli bir öz hesaplaşmaya çağıran eleştirel düşünceyi özümsemiş olmasına dayanır. İşte Bertolt Brecht, yazara en çok bu bağlamda örnek olmuştur. Haldun Taner’in öykücülüğünden etkilendiği isim ise Memduh Şevket Esendal’dır. Çehov tarzı hikayeyi ondan öğrenmiş, kendi tarzında geliştirmiştir.

Haldun Taner’e göre Türk hikayeciliğinin öncüsü M. Ş. Esendal, modern hikâyeciliğimizin en önemli temsilcisi ise Sait Faik Abasıyanık’tır. Haldun Taner, modern hikâyede bulunması gereken unsurları şu şekilde ifade eder: “Sade şahsî plânda kalmamak, bugünün sosyal meselelerine de yönelmek. Toplumun, çevremizin bütün tiplerinin kalıbına girebilmek, onları kendi ağızları ve düşünüş tarzlarıyla konuşturabilmek, bugünün dâvalarını ele almak, toplumun bir takım aksaklıklarını gerek realist tasvirle, gerek alaya alarak hicivle göstermek. Ve asıl önemlisi bunu sanatkârca yapmak... Yazma bir edebiyatçılıktan kaçınıldığı kadar kuru bir makale üslûbundan da o kadar kaçınmak. Hâsılı hem bir sanat eseri yaratmak, hem topluma faydalı olmak. Bu vasıfları birleştiren bir eser, hangi teknikte yazılırsa yazılsın bence moderndir.” (Taner, 1987:20-22).

Haldun Taner, sanatın yararlılığı düşüncesindedir. Eserin işe yaraması ve unutulmaması gerektiğini düşünür. “Sanatçı ne için yaratır? Elbet yaratmak için yaratır. Başka türlüsünü yapamadığı için yaratır. Ama yarattıktan sonra ister ki yarattığı bir işe yarasın. Hele hele, o öldükten sonra da kalsın, unutulmasın. Bunu ona çok görmemeli. Hoş karşılamalı. Kafa ürünlerine saygılı ortamlarda iyi bir sanatçıyı kadir bilen eleştirmenler, araştırmacılar, aydınlar kolay kolay unutmazlar” (Taner, 1983:173). Bu nedenle Haldun Taner, hikayeyi bir iletişim aracı olarak görür ve yazarı, yaşadığı toplumun sismografı olarak niteler. Sanatçının topluma karşı ödevinin eser yaratmaktan önce toplumu uyarmak olduğunu ifade eder. Ona göre sanatçılar; toplumun acımasız, ödün vermeyen belleği olmalıdırlar.

Yazarın hikayelerine kaynaklık eden iki unsur bulunmaktadır. Bu unsurlardan biri yazarın yaşamı ve anıları, ikincisi gözlemleridir. “Yazar içinde bulunduğu toplumun değer yargılarına ve yaşama biçimine yabancı olmadığı için sosyal olaylara da metnin imkanı içerisinde yer verir.” (Kavaz, 1991:218). Yazar bu doğrultuda hikayelerinde eleştirel ve mizahi unsuru daima ön planda tutmuştur. Zira Haldun Taner, tüm problemlerin mizahla çözülebileceği düşüncesindedir.


Roman ile hikâyeyi karşılaştıran Taner, hikâye yazmanın daha zor olduğunu ifade eder. Çünkü romanda istediğiniz gibi açılır saçılırsınız, yayılırsınız. Hikâyede nihayet beş sayfa, altı sayfada sınırlısınız. Taner, küçük hikâye yazmanın çok büyük ustalık istediğini ifade eder: “Ben, küçük hikâyeyi kuartete benzetirim. Bir yaylı sazlar kuartetine. Yaylı sazlar kuarteti, müziğin bence zirvesidir. Orkestra eserlerinin de ihtişamına, gücüne büyük hayranlığım var ama benim tercihim hep kuartet konserlerine doğrudur.” Tiyatrocu kimliğiyle de tanınan yazar, hikayeyi piyesle karşılaştırdığında, yine hikayeyi daha çok sevdiğini söyler. Çünkü piyeste rejisörün kendi yorumunu kattığını, hikayede ise tek sorumlunun yazar olduğunu dile getirir.

ŞİŞHANE’YE YAĞMUR YAĞIYORDU

1950 yılında kaleme alınan Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu hikayesi, Haldun Taner’in 1953 yılında adını bu ödüllü hikayeden alan, Varlık yayınlarından çıkan hikaye kitabında yayımlanmıştır. Haldun Taner Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu hikayesi ile Yeni İstanbul Gazetesi, Dünya Hikaye Yarışması Türkiye 1.liği ve New York Hearld Tribune Gazetesi Milletlerarası Ödülü ödüllerini almıştır. Bu ödüllü eser, on iki dile çevrilmiştir.


Hikayenin Muhtevası

Yukarıda özetini verdiğimiz Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu başlıklı hikayeyi incelemeye başlığından başlamak gerekir. Zira üç kelimelik bu başlık bile bize birçok ipucu vermektedir. Başlık olarak son derece sıradan bir olayın seçilmesi, bu hikayede sıradan insanların sıradan hayatlarının, sıradan bir yağmurlu günün anlatıldığına işaret eder. Hikayenin adı “Ayna”, “Çöpçü Beygiri”, “Zavallı Kalender” veya “Bahtsız Margusyan” olabilirdi. Fakat bu hikaye, karakterlerin veya nesnelerin hikayesi değildir. Onlar değişse de hikaye değişmez. Bu hikaye herkesin hikayesidir. Toplumun her kesimini içeren, herkesin dahil olabileceği, muhtemelen hepimizin fark etmeden dahil olduğu hikayelerden biridir. Ve hepimizi anlatırken hepimizi eleştirir. Başlığın sıradanlık hissi vermesine karşın dikkati çeken bir husus vardır. “Şişhane’de” değil de “Şişhane’ye” yağmur yağıyordu demesi sanki yağmurun sadece oraya yağdığı hissini uyandırır. Yağmur muhtemelen Tepebaşı’na ve Karaköy’e de yağıyordu. Ama Şişhane’ye özellikle yağıyordu. Çünkü o gün orada sıradan ama mühim bir şeyler olmuştu. Ayrıca şimdiki zamanın hikayesi kipiyle oluşturulmuş bu başlık, bize bir hikaye anlatılacağını yani anlatıcıyı hissedeceğimizi hissettirir. Bu da Haldun Taner’in meddah tarzı anlatımıyla örtüşmektedir.

Hikaye, bir Amerikalı fotoğrafçının deneyi ve ulaştığı sonuç hakkında bilgi vererek başlıyor. Amerikalı fotoğrafçı, objektifine at gözü takmış ve çektiği fotoğraflarla atların tüm nesneleri gerçek boyutlarından yarım misli büyük gördüğünü tespit etmiş. Öncelikle bir fotoğraf makinesinin objektifine at gözü takarak fotoğraf çekmek mümkün değildir. Bilimsel deneylerin sonucunda atların optik özellikleri incelenerek edinilmiş olabilecek bilgileri yazar, mecazi anlatımla aktarmak istemiş diyebilirsek de bugün bile at gözünün, nesneleri insan gözünden yarım kat büyük gördüğüne dair bir araştırma yoktur. Yalnızca at retinalarının üst yarısının yakını, alt yarısının uzağı gördüğünü biliyoruz. Olsa olsa bu üst retinadan bahsediliyor olabilir. Yani eserin kurmaca olduğu en başından bellidir. Özellikle üst kurmaca eserlerde yazar, hikayenin en başında gerçek olmadığı besbelli olan bir şey anlatır ki eserin hakimi olduğu anlaşılsın ve eserini istediği gibi yoğurabilsin.


Bilginin gerçek olup olmadığını bir kenara bırakırsak gözümüze çarpan ilk nokta “at gözü”dür. “At gözü”nü okuyunca aklımıza istemsizce “at gözlüğü” gelir. Yarış atlarının dikkatlerinin dağılmaması için gözlerinin kenarlarından sarkıtılan at gözlüğü, atlara sadece önlerini görme imkanı tanıdığından, metaforik olarak dar bakış açılarını betimlemek için kullanılır. At gözlerinin öğrendiğimiz bu özelliği ve bize çağrıştırdığı at gözlüğünün özelliklerinden anlıyoruz ki bu hikaye, bakış açılarıyla ilgili bir temaya sahip ve muhtemelen eleştiri ile ironi içeriyor.

At gözlerinin nesneleri gerçek boyutlarından yarım kat büyük gördüğünü anlatırken Haldun Taner hemen cümlesini düzeltiyor: “Gerçek boyutlarından değil de bizim gördüğümüz boyutlardan” demek daha doğru olur diyor. Burada gerçeğin ne olduğu hususunun yazar için muallakta olduğunu görüyoruz. Bu düşünür tarzı bakış açısı, sonradan içinde nedensellik felsefesi bulacağımız bu hikayenin yazarının felsefeyle alakalı olduğunu gösterir. Hikaye, bir Alman bilginin Amerikalı fotoğrafçının deneyi üzerine yaptığı yorumla devam ediyor. Alman bilgine göre hayvanlar bu büyük görüş özelliğinden dolayı kendilerini aşağı görmekte ve yüzyıllardır insanlara hizmet etmektedir. Haldun Taner her şeyi büyük, kendini küçük gören bu hizmetkar yaradılışlı atların sütçü/çöpçü beygiri olabileceğini, çiftliklerde bakılan soylu atların, insanları kendinden büyük görmek şöyle dursun, onlara tepeden baktıklarını düşünmektedir.

Burada soya dayalı sınıfsal üstünlüğü karşılayan aristokrasi kavramına değinilmesiyle ilk sosyal tenkit kendini gösterir. Bazı sanatçılar, eserlerini üretirken öncelikli olarak içinde yaşadıkları toplumu ve bu toplumun gerçekliklerini gözetirler. Bu kaygıyı taşıyan yazarlar, eserlerinde insanlara örnek olacak olayları ve konuları yansıttıkları gibi toplumda gördükleri aksaklıkların giderilmesi için de eserlerini aracı kılarlar. Bu noktada yazarın topluma yönelttiği eleştiriler ön plana çıkar. Haldun Taner de eserlerini oluştururken toplumu ve bireyin toplumsal yanını merkeze alan yazarlardandır. Toplumsal kaygılarla yazdığı eserlerinde toplumu çeşitli açılardan ele almış ve toplumda gördüğü problemleri kendine özgü bir bakış açısıyla eleştirmiştir.

Uyarmak, öğretmek, yol göstermek ve anlatmak amacıyla Türkiye gerçeklerini yansıttığını belirten Taner; eleştirilerini mizah, ironi, parodi gibi teknikleri kullanarak aktarır. Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu hikayesinin genelinde ince mizahı ve güldürü ögelerini açıkça fark ederiz. Bu tekniklerin yanı sıra eserlerinde isim sembolizmi ve stereotiplere de yer vererek eleştirilerini şekillendirdiği gibi mekan, eşya ve yine incelemekte olduğumuz hikayede olduğu gibi hayvanlar üzerinden de sosyal tenkit yapar.


Hikayenin çöpçü beygiri Kalender’in kendini aynada görüp kişnemesiyle olaylar başlar. Kalender’in kişnemesi önemli bir tepkidir. Haldun Taner, bu tepkinin sebebiyle ilgili iki farklı tez öne sürer. Öncelikle şunu bilmeliyiz ki Haldun Taner’de korku temi iki türlüdür. Biri yaşlılık korkusu, diğeri ölüm korkusu. Ya Kalender ne kadar yaşlandığını fark etmiş ve içini bu korku sarmıştır ya da aynadaki yansımasını başka bir at sanmış ve düşmanlık güdüsüyle hareket etmiştir. Yazarın Kalender’in aynadaki ihtiyar görüntüsünü seyrederken aklından geçenleri kaleme aldığı cümleler, aynı korkuları taşıyan şair Cahit Külebi’nin Otuz Beş Yaş şiirini hatırlatır. Ancak burada esas önemli olan ayna metaforudur. Edebiyatta bilinç ve bilinçaltının yansıması, insanın kendisiyle yüzleşmesi, sevgiliyle ilgili bağlantıları içermesi ve mistik temalar dahil birçok farklı yönüyle kullanılan ayna, Haldun Taner’de toplumun aksaklıklarını “yansıtması” yönüyle “hiciv” unsuru olarak kullanılır. Birey, aynada görmek istemediklerini görür. Haldun Taner, yazdığı eserlerle aslında topluma bir hikaye sunmuyor, acımasız bir ayna tutuyordu.

Sebebi her ne olursa olsun Kalender’in kişnemesi bir tepkidir ve şimdiye kadar hiç sesini çıkarmamış bu çöpçü beygirinin kişnemesi herkesi şaşırtmıştır. Burada Kalender üzerinden sömürüye sesini çıkarmayan hatta bazı zamanlar sömürüyü fark etmeyen işçi sınıfı anlatılmaktadır. Haldun Taner’in sanatının temelini oluşturan döviz, kurduğu tiyatroya da adını veren Devekuşu’dur. Devekuşu, gerçeklerden kaçan insanımızın durumunu gösteren bir sembol olarak ele alınır. Yazar, insanımızın kafayı kaldırıp etrafındaki sıkıntıları gözlemleyip problemleri kendisinin çözmesi gerektiğini düşünür. Eğer o sınıf günün birinde Kalender gibi bir şeyleri fark edip sesini çıkarırsa aynı Kalender’in yaptığı gibi ortalığı birbirine katacaklardır. Burada aslında bir yandan düzenin böyle oturduğunu düşünenler, ses çıkarmanın mevcut düzeni bozacağı düşüncesiyle bir şeylere karşı gelmeye karşı olanlar da eleştirilmektedir. Zira Kalender, gemi azıya alıp hiçbir yere çarpmadan dört nala koşup özgürlüğüne de kavuşabilirdi. Ama öyle olmadı. Çünkü arkasında çöp arabası vardı. Yani hepimiz gibi onu da bağlayan bir şeyler vardı. Hem sonra, Kalender en son ne zaman özgür olmuştu ki? Alışık olmadığı bu özgürlük oturmadı Kalender’in üstüne. Dengesini bozdu. Nitekim tüm bu olaylar bittikten sonra Kalender de ses çıkarmanın faydalı bir şey olmadığını düşünmüş olacak ki kendini ikinci kez aynada gördüğünde kişnemedi. Burada da yazar, insanların bir şeylerin farkında olsa da ses çıkarmaktan bir yarar görmedikleri, aksine zarar gördükleri için durumu kabullenmek zorunda kaldıklarını ve bu durumun aynaya bakmadan önceki hallerinden çok daha acı olduğunu anlatmaya çalışır. Çünkü her şeyin farkında olup elinden bir şey gelmemesi çok zordur. Bilmek cehennemdir. Hür olma arzusu, Taner’in eserlerindeki önemli temlerden biridir ve bu temi işlediği diğer hikayesi Fraulein Haubold’un Kedisi’nde de hür olma temini bir hayvan üzerinden işlemiştir.


Sosyal tenkit unsurlarından bir diğeri, Süheyl’in Serap’la konuşurken gençlik günlerine atıfta bulunarak yaptığı eleştirilerdir: “İlk gençlik, sersemlik, budalalık çağı. Herkesten başka olmak, kendimize bir şahsiyet yaratmak için sağcı, solcu, ırkçı, turancı, anarşist, idealist geçindiğimiz günler. Sersemlik işte. Ne de yükseklerde idi gözümüz.” (ŞYY,19) İnsanların bir sınıfa ait olmak için kendini kalıplara sokmasını, hiç acımadan kendine etiketler yapıştırmasını, bir de bu etiketler uğruna birbirine zarar vermesini eleştiren bu cümleleri söyleyen aslında Süheyl değil, Haldun Taner’dir.

Ayrıca maliye binasının üzerinden karga sürüsü uçması da ekonomik bozukluklara bir gönderme olabilir. Zira kargalar, geleneğimizde uğursuzluk sembolüdür ve bir binanın çatısına karga konmasının ölüm getireceğine inanılırken üzerinden karga sürüsünün geçmesi de uğursuzluk olarak algılanır.


Sosyal tenkite ara verecek olursak muhtevada göreceğimiz ikinci unsur nedensellik felsefesi olacaktır. Neticede Kalender bir kazaya sebebiyet vermiştir. Fakat daha mühimi bu kazanın çok farklı yerlerdeki insanların hayatlarını ciddi anlamda etkilemesidir. Vakalar ardı ardına sıralanmış ve bu olaylar silsilesi sonucu Almanya’daki müşkül ailenin hayatı kurtulmuştur. Bundan ne buna vesile olan Süheyl ve Serap’ın haberi vardır ne de Kalender’in. Süheyl’in İstanbul’a gelmesine sebep olan olayın başkişisinin de haberi yoktur. Eksiltmeye yetişemediği için üzülen Artin Margusyan’ın bundan haberi olsa “İyi ki yetişememişim” derdi belki. Etki-tepki silsilesi aslında burada anlatılandan uzundur. Başı ve sonu yoktur. Hamalın sırtına o aynayı yükleyen şahıstan Kalender’in arabacısının tam da o sırada oradaki çöp konteynırını boşaltmasına kadar bu işin bir öncesi ve Almanya’daki Morgenrot’un kızının kazandıkları paralar sayesinde iyi okullarda okuyarak belki kimsenin kimseyi yarım misli büyük veya küçük görmediği bir dünya yaratmak için çabalayacak olmasına kadar uzanan sonuçları olabilir. Gün içinde her birimiz her an haberimiz olmadan böyle olayların aracısı oluruz. Başkaları da bizim için aracı olur. Bu olaylar bazıları için iyi sonuçlanırken bazıları için kötü sonuçlanır. Sonuç olarak her birimiz birbirimizin nedeniyiz. Buna domino etkisi denir. Ve tüm bunlar bizi nedensellik felsefesine götürür.

Felsefede neden/nedensellik kavramı gerçek ve mantıksal neden olmak üzere iki grupta değerlendirilmiştir. Aristoteles’ten önce felsefede Miletliler’in maddi neden, Empedokles’in etken neden, Platon’un ise biçimsel neden üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Scherer, tarihin neden ve etkilerin art arda dizildiği aralıksız bir dizi olarak görülmesi gerektiğini düşünür (Maren, 1995, s. 11, 12). Aristoteles için ise açıklayıcı bilgi bir şeyin neden bir şeye ait olduğunu ima eder. Aitiai’nin (sebepler) dört farklı türünü belirler: 1) Causa Formalis: (Form-neden) Formun nedenini ihtiva eder. Mesela neden testere ağacı küçük parçalara ayırır? Tabii ki testerenin biçiminden, bıçakların şeklinden dolayı. Yani testerenin işlevsel formu onun özünü oluşturur. 2) Causa Finalis: (Amaç-neden) Buna kısaca “kullanım nedeni” diyebiliriz. Yani testere niçin kullanılmıştır sorusuna “yakacak odun elde etmek” diyebiliriz. 3)Causa Materialis: (Madde-neden) Bu da şeyin neyden yapıldığını izahı amaçlar. Yani testere neden metalden yapılmıştır? Şüphesiz ağaç kesmekte yeterince kuvvetli olması, mukavemet etmesi gerektiği için. 4)Causa Efficiens: (Etken-neden) Bu da etkinin nedenidir? Yani testerenin neden hareket ettiğini sorarsak cevap birisi tarafından hareket ettirilmesi olacaktır.

Bunlardan sonuncusu yani “causa efficiens”, modern zamanlar için daha işlevsel olsa da Aristoteles için “causa finalis” daha ön plandadır. Bu hikayenin konusu ile alakalı olan taraf ise yazar için causa finalis mühim olmasına rağmen okur için causa efficiens’in daha mühim olmasıdır. Yani Kalender, Elektrikçi, Artin Margusyan, Antranik, Serap, Süheyl Erbil, Lorenzo, Pedro, Alois Morgenrot ve Helga, etkileri ve etkilenmiş olmaklıkları ile bize verilir. Ama eylemin “neden” ortaya çıktığı sorusu bunların hepsini birbirine bağladığı için nedenselliğin etken kısmı diğerlerine galebe çalar.

Taner’in hikayelerinde sevgi teması önemli yer tutar. İnsan sevgisi, hayvan sevgisi, tabiat sevgisi... İnsan sevgisi teması, insanlar arasındaki aşk olgusu şeklinde işlenmiştir. Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’da da bu aşk olgusunun olayları aksattığını ve durumu komple değiştirdiğini görürüz. Evet ana tema aşk değildir. Süheyl ve Serap’ın hikayesinin devamı bile verilmemiştir. Ama orada Süheyl’e seslenen Serap değil de bir başkası, Süheyl’i hiç etkilemeyen biri olsaydı domino taşları duracaktı. Sonuç olarak aşk, bu hikayede kilit bir rol oynamaktadır. Ayrıca, domino taşlarından biri olması haricinde hikayedeki aşkın önemi, dönemin sosyal özellikleri hakkında bilgi vermesidir. Süheyl ile fakülteden arkadaş olduklarına göre Serap da hukuk okumuştur fakat işlerinden hiç bahsetmediğine göre çalışmamaktadır. Yazar, Serap’ın bekar erkekler ve evlilik çağında oğlu olan kadınların yanında yaptığı bazı hareketlerden bahseder. Burada o dönem, okuyan kadınların bile çalışmaktan ziyade evlenme arzusunda olduklarını görürüz. Süheyl, Serap’ı muhallebiciye veya sinemaya davet etmiştir. Bu mekanlar, özellikle genç çiftler için dönemin eğlence ve vakit geçirme merkezleridir. Buralara gitmek için Serap, eve haber verme ihtiyacı hissederken Süheyl’de böyle bir kaygı görülmez. Kadın ve erkeklerin sosyal yaşamdaki yeri ve aile içindeki konum farkı da bu cümlelerde kendini gösterir.

Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu hikayesinin bu kadar başarılı olmasının en büyük sebeplerinden biri atmosferidir. Hikayede atmosfer oluşturmak çok önemlidir. Doğru bir atmosferle okuyucu, hikayenin içine çekilebilir. Bu konuyla ilgili “Hikayede önce bir atmosfer olmalı. Bu en önemli ögedir. İyi bir hikaye yapaylıktan uzak olur. Hikayede soyuta kaçmayı da ben onaylamıyorum. Açık seçik olmalı hikaye. Açık seçiklik ve sadelik, yazarın okura bir nezaket borcudur bence.” diyen Haldun Taner, hikayelerinde bu atmosferi, kişileri ve mekanı hikaye ile çabasızca uyumlanacak şekilde seçerek ve bu seçimleri en uygun dil ve üslupla aktararak yaratır. O nedenle şimdi gelin bu unsurları inceleyelim.

Şahıs Kadrosu

Hikayede bir diyaloğu veya eylemi bulunan şahıslar Kalender, Artin Margusyan, Süheyl Erbil, Serap, Lorenzo ve Alois Morgenrot’tur.


Kalender; belediyeye Vali Muhittin Bey zamanında girmiş, belediyenin çöp işlerine koşulmuş, 21 yaşında, yaşlı ve yorgun bir çöpçü beygiridir.

Artin Margusyan; Şişhane bölgesinde faaliyet gösteren Ermeni bir tüccardır. Olay günü Sao-Paulo’daki firmanın teklifine acilen cevap vermesi gerektiğinden şapkasız paltosuz dışarı fırlamıştır. Demek ki normalde o kılıkta dışarı çıkan biri değildir. Acelesi olduğu için saati kontrol ederken saatinin altın krome olduğunu öğreniriz. Ayrıca Margusyan, Türkçe-Ermenice-Fransızca karışık düşünmektedir. Ermenice zaten anadilidir. Türkçeyi Türkiye’de yaşadığı, muhtemelen asırlardır bu topraklarda oldukları için bilmektedir. Belli ki eğitimini de Fransızca almıştır. Yani iyi bir eğitime sahiptir.

Süheyl Erbil; 32 yaşında, Ankara barosunda ayda ortalama 300-400 lira kazanan, bekar bir avukattır. 83 kilodur ve saçları tepeden dökülmeye başlamıştır. Üzerinde geniş yakalı, deve tüyü bir palto vardır.


Serap; Süheyl’in fakülteden arkadaşıdır. Olay günü elektrikçi dükkanında abajur bakmaktadır. Üzerinde beyaz bir trençkot ve başında bir bere vardır. Gamzeleri dikkat çeker. Önce Süheyl’in onu görmesini istese de kendisi Süheyl’e seslenmiştir. Bu tutumu hem dönemin kadın-erkek ilişkilerindeki cinsiyet rollerini yansıtır hem de Serap’ın medeni cesaretini bildirir. Süheyl ile aralarında geçen diyalog boyunca da hem kurulan cümleler hem de jest ve mimikler, bize dönemin kadın-erkek ilişkileri, özellikle de iki cins arasındaki duygusal ilişkiler hakkında bilgiler vermeye devam eder.

Lorenzo; Sao-Paulo’daki girişimcidir. Lodoslu havalar onu tutar, vücut ağrısı yapar. Bu yüzden olay sabahı yorgun uyanmış ve maden suyu ile salisilatlı iki kaşe ve Bekomplex içmiştir. Elindeki kahveleri kime satacağını düşünmektedir. Oğlu Pedro’dan bu hususta akıl alır.


Alois Morgenrot; Pedro’nun babasına tavsiye ettiği ve Lorenzo’nun Margusyan’ın alamadığı malları sattığı Alman komisyoncudur. Aslen Çekoslavak Yahudisidir. Hamburglu karısı ve kızları Helga ile Hamburg’da yaşamaktadır. Toplama kamplarına düşmediyse bile Yahudi olduğu için çok zor günler geçirmiştir. Hala da maddi durumu o kadar kötüdür ki kızına bir taş bebek bile alamamaktadır.

Taner’in çoğu eserinde olduğu gibi bu hikayede de şahıs kadrosu kalabalıktır. Toplumun her kesiminden insana yer vermeye çalışan yazar, sağlam karakter portreleri çizer. Haldun Taner’in öykülerinde merkez kişilerin ön palana çıkarıldığını görmekteyiz. Bu hikâyelerde merkez kişi bazen hayvan bazen de bir ağaçtır. Anlatıcının I.tekil kişi seçildiği anlatımlarda merkez kişi yoktur. Sadece üç hikayesinde şahıs kadrosunu temsili kişilik vererek oluşturmuştur. Bunlar Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü ve Konçinalar’dır.

Bu hikayede de olaylar Kalender ile başlar, Kalander ile biter. Merkez kişi bu kez hayvandır ve temsili kişi de odur diyebiliriz. Haldun Taner, Kalender ile yaşamı sorgulayan ve sorgulamayan tipleri karşılaştırır. İnsanın gerçeklerle ve yaşamla savaşmayışına kızar, hiçbir şey için geç kalınmadığını anlatmak ister. Kaderine rıza gösteren insanın gerçekleri kabullenişinde, Kalander’de olduğu gibi bir zayıflık gösterir (Yalçın, 1995:140).


Onun eserlerinde her şeyden önce göze çarpan ustalık, insanları yakından tanıması, ilmî deyişle ince bir psikolog oluşudur. Kısacık hikayelerde böylesine, romanları kıskandıracak şahıs tasvirleri ve ruh tahlilleri yapabilmesi bundandır. Örneğin bu eserde Süheyl’in evli çifte bakarken kurduğu hayaller, onun ruh dünyasını tanımlarken Serap’ın güya utanır gibi dudağını ısırması, yüzüğü olmadığını göstermek için elini hareket ettirmesi gibi halleri davranış psikolojisinin konusudur.

Haldun Taner’in öykülerinin çıkış noktası tüm yönleriyle insandır. Öykülerinde konuya ilişkin çeşitliliğin, tekdüzelikten uzak atmosferin, kendini tekrar etmeyen anlatı kalitesinin tek kaynağı insanı tüm halleri ve boyutlarıyla irdeleyişidir. Bu irdeleyiş ona insanın tüm yaşam durumlarından psikolojik hallerine, mizaha, eleştiriye, yergiye kadar geniş bir yelpaze açar. Taner, öykülerinin izleksel dokusunu kurarken sadece insan faktöründen yararlanmaz. Bir eşya, hayvan veya sembol onun iletmek istediği mesajın sözcüsü haline gelebilir.

Haldun Taner, Almanya’da gördüğü yaşam biçimini, Yahudilerin hayata bakış açısını ve ülkemizin gerçeklerini öykülerine aksettirmiştir. Taner, hikayelerinde Artin Margusyan gibi azınlıklara ve azınlıkların yaşamına da yer vermiştir. Özellikle Almanlar ve Yahudiler göze çarpar. Çünkü Haldun Taner, Hitler diktasının hüküm sürdüğü yıllarda Almanya’da yaşamış ve oradaki çıplak gerçekliğe şahit olmuştur. Bu hikayedeki Alois Morgenrot, o gerçekliğin canlı bir parçasıdır.


Haldun Taner’in öykülerinde polis mesleğini icra eden şahıslar sıklıkla yer alır. Genellikle olayın temelini teşkil eden yapıda olmasa da polisler adli olaylar içerisinde yer alır. Yani yazar, polisleri fon karakter olarak kullanır. Yalnızca 1 hikayesinde polis başkahramandır (İşgüzar Bir Polis). Bu hikayede de trafiğin akışını sağlayan trafik polislerine, kaza sonucu olay yerine gelen polislere ve polislerle Margusyan’nın hikaye içinde hatrı sayılır uzunlukta ve olayların seyrini değiştirecek nitelikteki diyaloglarına rastlarız. Mesela polisler, Margusyan’nın telefon etmesine daha erken izin verselerdi Morgenrot’un hayatı kurtulmayacaktı.

Haldun Taner, insanların sadece yaşadıkları mekânlardaki insanlarla değil, tüm dünyadaki kişilerle etkileşim sağlayabileceği bir vaka ve ona uygun bir şahıs kadrosu ortaya koyar. Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’nun şahıs kadrosunda üç ülke (Türkiye-Brezilya-Almanya), beş millet (Türkler, Ermeniler, Brezilyalılar, Almanlar, Çekoslavak Yahudisi) ve üç din dört mezhepten insanlar bulunur (Müslüman, Gregoryen, Katolik, Musevi).


Taner’in eserlerinde zenginlere pek rastlamayız. Sadece 6 hikayesinde zengin insanlarla karşılaşırız ve bu hikayelerde maddi rahatlığın o karakterlerin davranışlarına olumsuz yansıdığını görürüz. Taner’in öykülerinde toplumsal üst tabaka, yazarın yaşadığı devrin bir gerçeği olarak daima yoz ve negatif bir formda karşımıza çıkarılmıştır. Denilebilir ki yazarın hiçbir hikâyesinde olumlu özelliklere sahip bir üst tabaka temsilcisine rastlanmaz. Çünkü üst tabaka yaşamı ve alttakileri sömüren bir yapıdır. Sömürücü bu yapı, kendisi dışında hiçbir anlamı tanımaz ve şahsi bekası için insanların bilinçsizlik hallerini kullanır. Burada da sadece Margusyan ve Lizero zengin isimlerdir. Ve onlar da yabancı tüccarlardır. Davranışlarında paranın getirdiği bariz bir olumsuzluk görünmese bile ruh hallerindeki genel gerginlik ve Lizero’nun oğlu Pedro’nun alemciliği, olumsuz unsurlar olarak hikayeye yansır.


Bazen sadece isimleri geçse bile Taner’in tüm hikayelerinde kadınlara rastlarız fakat yine de hikayelerinin şahıs kadrosunun geneli erkektir. Hatta sayısal bir veriye yer vermek gerekirse tam otuz yedi hikayesinde başkahraman erkektir. Erkek kahramanların hem ruhsal hem fiziki özellikleri tam olarak verilmiştir. Onları günlük yaşam içinde rahatlıkla görebiliriz. Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’da gördüğümüz erkeler işte bu yüzden her gün gördüğümüz insanlardan biri kadar gerçektir. Dökülen saçlarından içtikleri ilaçlara kadar biliriz. Halbuki Lorenzo’nun içtiği ilaçları bilmesek de olur. Fakat bunların hepsi, gerçeklik algısını yükselten birer dekordur.


Haldun Taner’in öykülerini incelediğimizde karakter analizi yapılırken atlanmaması gereken ana ögenin öykülerde yer alan nesneler olduğu görülmektedir. Öykülerde yer alan nesneler, karakterler üzerinde birtakım etkilere sahiptir. Nesneler, tek başlarına ele alındığında sadece kavramsal olarak açıklanırken karakterlerle bütünleşmiş bir şekilde incelendiğinde, karakter psikolojisini daha ayrıntılı bir şekilde yansıtırlar. Nesneler bir bakıma toplum içerisinde, insanların özelliklerini ve statülerini yansıtan bir araç hâlini almıştır. Nesnelere kendi öz değerlerinden uzaklaşarak insanlar arası ilişkilerle ölçülebilen bir değer yüklenir. Bu durumda nesneler bir “meta” göstergesi konumuna gelir.

Hikayemizin zengin karakteri Margusyan’nın altın krome saati bu nesnelere bir örnektir. Aynı zamanda Margusyan’ın arabası olduğunu biliyoruz. Aceleyle çıkarken almayı unuttuğu şapka detayı, onun giyimine önem veren şık ve modern biri olduğunu bildirir. Süheyl de ekonomik sınıfsal dizilimde orta sınıfın üstünde yer alan bir avukat olarak deve tüyü palto giymektedir. Bugün bile deve tüyü palto fiyatları dört hanelidir. Ancak buna karşın Serap’ın üzerinde İstanbul’un yağmurlu bir kasım günü için ince sayılabilecek bir trençkot vardır. Trençkot pekala deri de olabilir ama deri olsa mutlaka belirtilirdi. Morgenrot’un kızı Helga, taş bebekler yerine kağıttan gemilerle oynamaktadır. Bu oyuncaklar bir sınıfsal farkın kanıtıdır. Bunlar gibi insanların hayatının bir parçası olmuş, evlerindeki, ellerindeki, üstlerindeki nesneler; karakterlerin ekonomik durumu, meslekleri, zevkleri ve dolayısıyla kültürleri, eğitimleri, yaşadıkları yerin sosyal ve çevresel koşulları ve daha birçok husus hakkında bilgi verir. Dış görünüş her şey değilse bile birçok şey olduğu kesindir.

Çevre-Mekan

Adından da anlaşılacağı gibi hikaye, İstanbul’un Şişhane semtinde geçmektedir. Haldun Taner’in kitaplaşmış eserlerinde İstanbul’un semtleri yoğun şekilde alınmıştır. İstanbul’a âşık olan yazar, “Bu Şehr-i İstanbul ki…” adlı yazısında “Ne mutlu İstanbul’u yaşayana, yaşayacak olanlara” diyerek eserlerinde İstanbul’un hem zenginliğini hem de eksik olan veya aksayan taraflarını göstermeye çalışır. Mekân, sadece olayın geçtiği yer olmaktan öte, olay ve kişiler hakkında farklı mesajlar, anlamlar içerebilecek şekilde kurgulanabilir. Bir eserde -bu eserdeki gibi- toplumsal bir mekânı ele almak, toplumu ele almak olacaktır.

Taner’in eserlerinde neredeyse İstanbul’un bütün semtlerine rastlarız. Yazar, bu semtleri anlatırken birçok ayrıntıya yer verir. Bu ayrıntıların bir nedeni Taner’in Stendhal‟ın “Roman yol boyunca gezdirilen bir aynadır.” anlayışına sahip olmasıdır. Yazarın eserlerinde o aynaya yansıyanları rahatlıkla görürüz. Mekansal ayrıntıların diğer nedeni ise yazarın, belli semtlerin, sakinlerine belli bir damga vurduğunu düşünmesidir. Şahısları anlamamız için mekanları anlatır. Diyebiliriz ki Haldun Taner, mekân merkezli kaleme aldığı eserlerinde toplumsal yapıyı somutlaştırmaktadır.

Şişhane, bu hikayenin olay örgüsü için mükemmel bir seçimdir. Çünkü limanlarla olan bağlantısı, Şişhane’nin ticari bir merkez olmasına yol açmıştır. Ayrıca bu bölge, ticari öneminden ötürü Osmanlı’da ticaretle uğraşan ana kitlenin yani Levanten ve Ermenilerin çoğunlukta olduğu bir bölgedir. Dolayısıyla Kalender ile yaptığı kaza sonucu olayları şekillendiren tüccar Artin Margusyan’ın Şişhane’de bulunması hiç de şaşırtıcı değilken bölgenin eğimli topoğrafyası da yokuşlu bir yolda, yağmurlu havada bilinçsizce koşan bir atla karşılaşan bir arabanın kaza yapmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

Yolcuzade İskender Yokuşu’nun sonuna yapılan belediye binası, altıncı daire anlamına gelen “Şeş Hane”den dolayı bölgeye ismini vermiştir. Belediye, 1861 yılında Galata’da yolların genişletilmesi, havagazıyla aydınlatılması, eski Ceneviz yapılarının yıkılması ve yenilerin yapılması gibi önemli çalışmalarda bulunmuştur. Özellikle sokakların aydınlatılmasına önem verilmiştir. Bu nedenle Şişhane Bölgesi’nde ağırlıklı olarak aydınlatma ve elektrikli aletler üreten, metal işleri yapan atölyeler mevcuttur. Bugün bile Şişhane, avizeci dükkanlarıyla bilinir. Yani Serap’ın söz gelimi Eminönü’nde oturuyorsa bile, o gün abajur bakmak için Şişhane’ye gelmesi boşuna değildir.


Bu eserde ilk bakışta dikkat çeken mekan Şişhane’nin Tepebaşı’na çıkan yokuşudur. Yani caddedir. Yani açık mekandır. Edebiyatta mekan-şahıs ilişkisi çok önemlidir. Açık mekanlı hikaye kahramanları çoğunlukla dışa dönük kimselerdir. Olaylar iç karartıcı değildir. Bu hikayede bir karmaşa hakim olmasına, eser; kazalar, hayal kırıklıkları, acıma duygusu, düşündürücü toplumsal eleştiriler barındırmasına rağmen hikayenin açık mekanı okuyucuya bu olumsuz ögelerin hiçbirini hissettirmez.

Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’da Şişhane, Sau Paulo, Tepebaşı virajı, Beyoğlu Kaymakamlığının önü, Kasımpaşa tarafları, Fakültenin Mercan’a açılan kapısının önü, Şişhane’deki Merkez Bankası’nın önü, açık mekânlar olarak seçilmiştir. Bu mekânlar nesnel bir şekilde tasvir edilir: “Sokak zaten yokuştu, yerler de yağmurdan kaygan…” (ŞYY,6). Eserde temel mekân olarak seçilen Şişhane de aynı nesnellikle tasvir edilir: “Şişhane’nin üstüne, ince ince, sessiz sessiz bir Kasım yağmuru yağıyordu.” (ŞYY,24)


Haldun Taner’in eserlerinde aslında çoklukla kapalı mekânlar yer almaktadır. Buna ‘dar mekân’, ‘iç mekân’ da denir. Ev, oda, daire, iş yeri gibi kapalı yerler buna örnektir. Kapalı mekan hikayelerinin kahramanları genellikle içe dönüktürler. Yalnızlığı, kapalı mekânlara kapanmayı, inzivaya çekilmeyi severler. Bireysel, felsefi, metafizik anlamda zihinsel faaliyetlerle uğraşırlar. Bu tür kişiler, kendi varoluşlarını ancak kapalı mekânlarda gerçekleştirebilirler.

İncelemekte olduğumuz hikayedeki kapalı mekânlarda bu zihinsel sıkıntıyı göremiyoruz. Çünkü Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’daki kapalı mekanlara baktığımızda elektrikçi dükkanı, telefonlu dükkan, Melek Sineması, Sao-Paulo’daki ve Hamburg’daki ev gibi kapalı mekanlar olay merkezi değil, dönüm noktalarına aracı olan mekanlardır. Gelgelelim hikayenin bir “merkez” olayı var mıdır ki olay merkezi olsun? Bu da cevaplanması gereken bir diğer sorudur.


Açık ve kapalı sınıflandırmasının yanında mekanlar, dar ve geniş olarak da ikiye ayrılır. Mekanların çokluğu ve açıklığı yanıltıcı olsa da Taner’in çoğu hikayesinde olduğu gibi Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’da da dar mekan kullanılmıştır. Olaylar, hepi topu 200 metrekarelik bir alanda gerçekleşmektedir.

Zaman

Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, vaka zamanı kısa olan hikayelerdendir. Margusyan’ın yarım saat içinde ikinci kez bayılmasıyla tüm bu yaygaranın yarım saat içinde olup bittiğini anlıyoruz. Fakat vaka zamanı kısa bir süre olmasına rağmen, nesnel zaman, geriye gidişlerle genişler. Süheyl Erbil ile Serap’ın üniversite yıllarından başlayan nesnel zaman, Alois Morgenrot’un postacıdan telgrafı almasına kadar sürer.

Haldun Taner, iç olay devam ederken vaka zamanı ile ilgili bilgi verir. Hikayede geçen “Vaka, saat üç sularında, Kalender’in her günkü vazife bölgesi olan Şişhane’de geçiyor.” (ŞYY,4), “Saatine baktı:Saat şimdi, üçü tam on üç geçiyordu.” (ŞYY,19), “Bu vakanın geçtiği Şişhane’de mevsim Kasımdı ama, Sao-Paulo’da aynı ayın aynı günü -meridyen 152 farkından ötürü-ilkbahar sürmekte idi. Üstelik Şişhane’de Merkez Bankasının önündeki büyük saat, 18.30 u gösterdiği halde Lorenzo et Filho firmasının elektrikli duvar saati -yine aynı sebepten ötürü-13.30 u gösteriyordu.” (ŞYY,20) gibi cümlelerle, yazarın zamanı bildirmeyi kendine bir borç bildiğini ve böylece hikayeyi daha anlaşılır kıldığını söyleyebiliriz.


Vaka-Kurgu

Haldun Taner, hikayelerinin vakasını oluştururken genellikle yaşamın bir anını alarak hikaye merkezine yerleştirir. Bu an içerisinde gerçekleşen olaylar hikayenin olay örgüsünü meydana getirir. Sanat görüşünü anlatırken M.Ş. Esendal’dan yani dolaylı olarak Çehov’dan etkilendiğini söylediğimiz Taner, Çehov gibi insanlıktan bir “ân”ı anlatsa da kullandığı simgesel anlatımla Çehov’dan uzaklaşır.


Haldun Taner için günlük hayatın en küçük kesiti içerisinde meydana gelen olay ve durumlar vakanın gelişmesi için yeterli olmuştur. Vaka olarak ele aldığı olayların öncesini ve sonrasını okuyucuya hissettirir. Böylece okuyucu kahramanların yaşamaya devam ettiğini hisseder. Bu hikaye, çok vakalı hikaye modeliyle yazılmıştır. 1. vaka: Atın kişnemesi, 2. vaka: Margusyan’ın ata çarpması, 3. vaka: Süheyl ile Serap’ın karşılaşması, 4. vaka: Mongenrot’un işi alması, 5. vaka: Kalender’in kendini tekrar aynada görmesi.

Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’da başlangıçta Kalender isimli attan bahseden anlatıcı, birden ihale olayından bahseder. Yani başka bir vakaya geçer. Bu sayede vakalar ve kurgu iç içe geçmeye başlar ve bu iç içelik, diyalogları takip etmek zorlaşana kadar birbirine girmeye devam eder. En karmaşık hale geldikleri noktada hikaye dinamizmi zirve yapar ve okuyucu heyecanlanır. Haldun Taner’in inişli çıkışlı ve ilmekli bir kurgu anlayışı vardır.

Taner, öykülerini tek bir kurgu üzerine teşekkül ettirmemiştir. Öykülerinde klasik kurgu, deneysel kurgu ve simgesel kurguyu bir arada kullanır. Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu isimli öyküde Haldun Taner, yaşamın karmaşıklığını ortaya koyabilmek için farklı yapıdaki toplumsal unsurları tespit eder. Farklı mekân ve farklı dünyalarda olsalar da varlıkların yolları bir yerde birleşir. Anlatıcının, anlattığı metne biraz uzaktan bakması, sanki aktaran bir başkası imiş gibi eleştiri getirmesi ya da tez-antitez kabilinden fikirlerin karşıtlığından yararlanarak görüş beyan etmesi, öyküyü yeniden ve yeniden kurgulaması, Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’da sık sık karşımıza çıkan bir özellik. Bunun Haldun Taner’in öykücülüğüne damgasını vuran bir teknik olduğunu söylemekte de yarar var (Karatepe, 2000:337).

Dil ve Üslup-Anlatım Teknikleri

Önce genel olarak serim düğüm çözüm bölümlerindeki anlatıma bakacak olursak görürüz ki Taner, hikayeye kesin bir giriş cümlesi/paragrafı ile başlar. Gelişme bölümünde durumun birden tersine döndüğüne tanık oluruz. Okurun şoku geçmeden kendi düşüncesini çarpıcı biçimde verir. Mutlaka her hikayesinin sonuç bölümü olduğu gibi bu hikayesini de her şeyin başladığı yerde, her şeyi başlatan Kalender ile sonlandırmıştır.

Romanın başlığından ve muhtevasından bahsettiğimiz bölümlerde yazarın girişteki anlatım tarzının hikayeyi bırakmayacağına gönderme yaptığını belirtmiştik. Nitekim Haldun Taner, bu hikayede olduğu gibi zaman zaman meddah tarzı anlatımı kullanan bir yazardır. Bununla bağlantılı olarak Haldun Taner, olayları keserek ara cümlelere yer verir: “Atların yirmi yaşı insanların, aşağı yukarı altmış, altmış beşi demektir.” (ŞYY,4), “-yahut bizim gördüğümüzden-” (ŞYY,4). Bu ara cümleler yazarın düşünce dünyası ile anlatıcının düşünce dünyası arasındaki farkı göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Haldun Taner, bütün öykülerinde sanki yazı dilini kullanmıyor da karşısına bir dinleyici topluluğu almış onlara meddah misali hikâyeler anlatıyor gibidir. Zaman zaman anlatıyı kesip okura hitap edişinde, kendi öyküsünün eleştirisini kendi içinde yapmasında, yazıp yazıp değiştirmesinde hep konuşurcasına yazma eğiliminin yansımaları görülür (Karatepe, 2000:336).

H. Taner, bütün öykülerinde kişilerini kendi düşünüş, yaşayış biçimleri doğrultusunda konuşturmayı sevmiştir. Bu toplumsal gerçekçiliğin dile yansıması olarak kabul edilmelidir. İncelediğimiz hikayede Margusyan, Lorenzo, Pedro gibi yabancı karakterler buna örnektir.


Hikayede geçen “Kimbilir ne orostopoğluk var bu oyunda.” (ŞYY,7) “Bre Allah’ın öküzü, ne girersin arabanın dibine.” (ŞYY,9) gibi cümlelerde de göreceğimiz gibi Haldun Taner’in bu öyküsünde küfür ve argo yoğun bir şekilde yer alır. Mizah unsurunun ön planda olduğu eserlerde görülen bu yapıdan Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu da nasibini almıştır.

Hikayenin geneline baktığımızda isimlerin yoğunluğu dikkat çekicidir. Fiiller de sıfatlardan fazladır. Fillerin fazla olması öyküye hareket getirir. Basit cümlelerin oranının birleşik cümlelerden fazla olması ise yazarın, dilbilimsel açıdan düz bir anlatıma sahip olduğunu gösterir. Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’da estetik kaygı yoktur. İkilemeler, cümle tekrarları ve yansıma sözcüklerle konuşma dili oluşturulur. Üslubu akıcı ve anlaşılırdır. Haldun Taner’in dilini anlamak kolaydır. “Yumuşak kelimeler, zorlamasız cümleler, anlatılmaz incelikler. Bunların hepsi Haldun Taner’in ağına düştü. Ve yıllar boyu onun hikaye cennetinde şikayetsiz esir idiler. Beyinlere girdiler, ölümsüzleştiler... Şiir gibi hikaye yazan Haldun Taner’i dünün insanı, bugünün genci anlamakta hiç güçlük çekmiyor.” (Taner, 1999:184) Evet Taner’in öyküsü aynı zamanda şiirseldir çünkü Haldun Taner der ki: “İyi bir küçük hikayenin özünde ister istemez şiirsellik de vardır. Aksi halde boyutsuz kalır, düzayak kalır.”


Şişhaneye Yağmur Yağıyordu’da telgrafın bayrak gibi sallanması, atın ok gibi yola fırlaması, otomobilin öküz gibi tramvaya bindirmesi, mitralyöz ateşini andıran daktilo takırtıları gibi benzetme ögelerine sıkça yer verilmiştir. Yazar, bu unsurlarla anlatımı güçlendirmektedir.


Ayrıca bu öyküdeMargusyan’ın ayılmaya çalıştığı bölümde heceleme yoluyla leitmotife yer verilir. “Ayıldı, ayıldı… A-yıl-dı, a-yıl-mak” (ŞYY,11) “Eh-li-yet, ha… eh-li-yet…” (ŞYY,11).

Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’da yazarın hâkim bakış açısını kullanmasına rağmen Kalender’in niçin kişnediğini tam olarak bilememesi ilgi çekicidir. Yazar aslında okuyucuyu düşündürmek için bilmezden gelmiştir. Zaten hikaye içinde genç kadınların evlenirken niçin illa tül şapka taktıkları gibi yer yer alakasız yer yer düşündürücü sorular da sorar.


İncelediğimiz hikayenin mizahi unsurlarla süslenmiş bir toplumsal eleştiri teması üzerine kurgulandığını yukarıda anlatmıştık. Yazarın eleştiriyi mizahla harmanlamasının bir nedeni vardır. “Satir”in eski çağlara ait tören ve inançlardan doğduğunu aktaran Cebeci, satirin bir sanat olarak Eski Yunan’da komedi ile birlikte geliştiğini belirtir. Taner’e göre mizah, “karanlık günlerin ışığı, ümitsiz anların güneşidir. Mizah manevi bir müsildir. Sıhhatli bir boşalma.”dır. Salt milli değil, evrensel bir bakış açısının gerekliliğini savunan H. Taner, “Evrensel ile ulusalın kesiştiği noktaları yakalamış, bunları hem toplumsal hem de sınıfsal açıdan irdelemiş, ince zekası ile yaptığı çözümlemeleri enfes bir mizah anlayışı içinde topluma aktarmıştır.” (Miyasoğlu, 1988:181) Taner’in tüm öykülerinde görülen bu mizahi tarzı Körükçü şu cümlelerle ifade eder: “Bizde hiç bir hikâyecinin erişmediği bir mizah, hümur kabiliyeti, hikâyelerinin en ciddisine bile fevkalâde revnak veriyor, Tatlı, (gene üstad kızacak, eski kelimeleri kullanalım) lâtif ve zarif buluşları var. Hikâyenin şurasına burasına sanki lâfın akışına gelmiş gibi, nükte ve espri yaptığını belli etmeden, zoraki veya hazırlıklı mizah intibaı uyandırmadan serpiştirilmiş esprileri çok derin bir zekâya ve ayni zamanda geniş bir ansiklopedik malûmata delâlet ediyor. O kadar yerinde kullanılmış, güzel yakalanmış kelimeleri var ki...” (Körükçü, 1957:20)

Son olarak yazarın hikâyelerin sonuna tarih düşmesi, hikâyelerin yazılış dönemiyle ilgili doğru yorumlar yapmamızı ve yazılış dönemini kavramamızı sağlar. Sanıyorum ki Haldun Taner de bunu istemiştir. Çünkü o, mesajı olan bir yazardır. Anlatmak ve anlaşılmak için yazmıştır.

SONUÇ

Yazdığı her eserinde toplumsal bir amaç güden Haldun Taner, toplumda gördüğü aksaklıkları eserlerinde eleştirel bir üslupla ele almıştır. Toplumda gördüğü sınıfsal farklılıkları, insanların yozlaşmasını, politikacıların yanlışlarını eserlerine taşımış ve bunları ironik bir anlatımla tenkit etmiştir. Haldun Taner, yazdığı eserlerle aslında topluma bir hikaye sunmuyor, acımasız bir ayna tutuyordu. O gün Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu ise başka bir gün Karşıyaka’ya da yağıyordu, ertesi gün Çankaya’ya da yağıyordu. O yağmurlarda hepimizin ayakları kaydı, hepimiz o aynaların önünden geçtik. Kimimiz Kalender kadar bile olamadık. O aynaya hiç bakmadık yahut baktığımız yerde bir şey göremedik.

Kalender’in nezdinde toplumu eleştiren ve okuru düşünmeye yönelten Haldun Taner, bunu asla sert bir öğretmen tavrıyla değil Nasreddin Hoca misali güldürürken düşündürmek suretiyle başarmıştır. Bizi bize kırmadan ama dürüstçe tüm perişanlığımız, acınası halimiz ve masumiyetimizle anlatmıştır. Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu tıpkı hayat gibidir. Acı, telaş, aşk, öfke, yalnızlık, zenginlik, fakirlik, mutluluk, mutsuzluk... Hepsi iç içedir. Hepimizin hayatı gibi. Bugün üzülen biz isek yarın mutluluk rolünü oynayacak olabiliriz. Aslında her şey bir kurmacadan ibarettir. Her şey bir oyundur aslında. Tıpkı basit bir çöpçü beygirinin kişnemesi üzerine bir öykü yazılabileceği gibi kişnememesi üzerine de yazılabilir. Ya da yaşadığımız hayatta her şey aslında o denli birbiriyle ilintilidir ki bazen mahvımız veya mutluluğumuz bir atın kişnemesine bağlıdır. Ve o atlar ortalıkta dolaşıp duruyor. Yaşarken ve yazarken kulaklarımızı iyi, gözümüzü dört açmak gerekiyor bu yüzden.

Peki Haldun Taner bizi eleştirdi, güldürdü, düşündürdü de bütün bunları neden yaptı? Haldun Taner bu hikayeleri neden yazdı? İsterim ki Haldun Taner, bu soruyu yine kendisi cevaplasın ve Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu adlı hikayesini incelediğimiz bu çalışmaya Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil’de söylediği şu sözlerle yine kendisi son versin:


Uyarmak için yazdık, öğretmek için yazdık, anlatmak için yazdık, güldürmek için yazdık, yüreklendirmek için yazdık. Bir gediği doldurduğumuz kuruntusu ile, bizden önce söylenmeyeni yakalamak hevesiyle yazdık. İnsan gerçeğini yakaladığımız bir yanı ile, Türkiye gerçeğini ayrı bir açıdan verdiğimiz umuduyla yazdık. Yararlı olmak duygusu ile yazdık.” Haldun TANER


KAYNAKÇA

ENGİNÜN, İ. (2020). Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı. 22. Baskı. İstanbul:Dergah Yayınları

TANER, H. (1987). -Bütün Hikayeleri 2- Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu/Ayışığında “Çalışkur”. 3. Baskı. Ankara:Bilgi Yayınevi

ADIYAMAN, H. “Haldun Taner Hayatı, Sanatı ve Eserleri”. Doktora Tezi. Ankara:2012

BAYRAK, Ö. “Haldun Taner’in Hikayeleri ve Hikayeciliği Üzerine Bir İnceleme”. Yüksek Lisans Tezi. Elazığ:2002

ÖZCAN, B. “Haldun Taner’in Öykülerinde Nedenleme”. Yüksek Lisans Tezi. Adana:2015

DUMAN, M.A. “Nedensellik ve Kader İnancı Çerçevesinde Haldun Taner’in “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” Hikâyesi”. Bartın Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi. Aralık 2018. C.3S2.13-24.

DEMİRCİOĞLU, S. “Haldun Taner’in Nesirlerinin Muhteva Açısından İncelenmesi”. Yüksek Lisans Tezi. Samsun:1989

KURT, İ. “Haldun Taner’in Eserlerinde Sosyal Tenkit”. Yüksek Lisans Tezi. Mardin:2019

TOGONİDZE, N. “Haldun Taner’in Kitaplaşmış Eserlerinde İstanbul”. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul:2009

AYDIN, N. “Haldun Taner’in Öykülerinin İzleksel Tahlili”. Yüksek Lisans Tezi. Elazığ:2010

OCAKTAN, M. “Nesne-İnsan İlişkisi Bağlamında Haldun Taner’in Öyküleri”. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul:2019

YEĞENAĞA, O.H.- SAY ÖZER, Y. “Kentsel Kimliğin Dönüşümünde Kentsel Politikaların Etkisi: Şişhane Bölgesi, İstanbul”. İdeal Kent Dergisi. Temmuz 2017. C8.S22.451-482.

BAYRAK, Ö.-ÖZCAN, M. “Haldun Taner’in Hikâyelerinde Dil Ve Üslup”. Kesit Akademi Dergisi. Eylül 2015. S1.58-68.

1.121 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page