Dün akşam karşıma moda hakkında küçük bir yazı çıktı. Bu yazının içindeki bir cümleden Z kuşağının, özellikle TikTok gençleri olarak adlandırılan grubun, erken 2000’ler döneminin giyim tarzından tutun dizilerine ve müziklerine kadar her şeyine takıntılı olduğuna dair bir bilgi edindim. Ne kadar doğru bilmiyorum. Fakat gözlemlerime dayanarak çok da yanlış olduğunu sanmıyorum. Bu cümleyi okur okumaz bizim jenerasyonun da 90’lara takıntılı olduğunu hatırladım. Mom jeanleri, oversize sweatshirtleri bu yüzden giydik, Friends’i bu yüzden izledik, Med Cezir albümünü bu yüzden ezbere biliyoruz... Gerçi ben, bazı çalışmalarda Y bazılarında ise Z kuşağına dahil ediliyorum ama bunların bıçak gibi kesilen sınırlar olmadıklarını bildiğim için adlandırmalara fazla takılmıyorum. Mutlaka her iki kuşaktan, hatta diğer kuşakların özelliklerinden de birkaçını taşıyorumdur. Beni bu konu hakkında düşünmeye sevk eden nokta, her bir kuşağın en yakın nostaljide yaşamak isteme arzusunu fark etmem oldu.
Paris’te Gece Yarısı’nı hepiniz izlemişsinizdir. Modern zamanlara uyum sağlayamayan baş karakterimiz, bir gece yarısı geçmişe giderek hayallerine kavuşuyor. Fakat çok mutlu olduklarını zannettiği o dönemin insanlarının da geçmişte yaşamak istediğini öğreniyor. Sonra biraz daha geçmişe gidiyor. O zaman diliminde de aynı terane... Bunu bu şekilde tarih öncesi çağlara kadar sürdürmek mümkün mü bilmiyorum. Ama insanların nostaljiyi sevdiği bir gerçek. Neden peki? Bunun psikolojik düzeyde basit bir açıklaması var. Kötü yaşanmışlıkların hemen hepsi birer travmadır ve zihin, kişiyi korumak için travmaları siler. Bu sayede Cemil Meriç’in de dediği gibi acılar, hatıralaşınca güzelleşir. Yalnızca iyi taraflarını hatırlarız geçmişin. Ama durum sadece bundan ibaret değil.
Arzu, bir eksiklik belirtisidir. İnsan bir şeyi, o şeye sahip olmadığı için ister. Öyleyse geçmişi neden arzuluyoruz? Geçmişte şu an sahip olmadığımız ne vardı? Teknoloji mi, fırsatlar mı, bilgi mi? Güven diyeceksiniz biliyorum. Sevgi diyeceksiniz, koşulsuz sevgi. İnsanlık vardı diyeceksiniz. İnsan, dünya sahnesine çıktığı anda, bu minvalde sayabileceklerinizin hepsi yok oldu arkadaşlar. O kadar toz pembe değildi geçmiş. Adem’in oğlu kardeşini öldürmedi mi?
Ben söyleyeyim mi geçmişte ne vardı? Tatmin! Tatmin, her geçmişte bulunur ve her yeni on yılda biraz daha yok olur. Benden 20 yıl sonra birisi bu cümleleri tekrar yazabilir. Çünkü o zaman dönüp baktıklarında da bu zamanın insanlarının kendilerine göre daha kolay tatmin olduğunu görecekler. Çünkü daha çok şey üretilecek ve daha çok şey tüketilecek. Her şeye bizden de çabuk ulaşacaklar. Bu döngüyü kırmak artık mümkün olmadığı gibi zamanın hızına da aykırı. Dünyanın dönüş hızı bile arttı ve biz de ona ayak uyduruyoruz. Ama bu tüketim çağında tükettiğimiz tek şey, eşyalar olmuyor maalesef. Ne yazık ki hiçbir madde ruhtan yoksun değildir. Ruhunuzdan gizli hiçbir şey yapamazsınız. Bir eyleminizin bile onu etkilemediğini düşünemezsiniz.
Biz kıymet bilen bir nesil değiliz. Bir eşyanın modası geçince yenisini alıyoruz, bir alet bozulunca tamir etmiyoruz. Hiçbir şeyin ömrünü tamamlamasını beklemiyoruz. Öldürüyoruz her şeyi. Akıllı veya becerikli bir nesil de değiliz. Bir şeye ihtiyacımız olunca “bunu kendim yapabilir miyim?” diye düşünmek yerine “bunu nereden satın alabilirim?” diye soruyoruz. Biliyorum tamir etmek veya bir şeyi sıfırdan yapmak, artık yenisini almaktan daha pahalıya patlıyor. İnsanları daha fazla tüketmeye mecbur etmek için hiçbir detay atlanmıyor. O yüzden bunları kendimizi suçlu hissedelim diye anlatmıyorum. Ben bu sefer sebeplerle değil, sonuçlarla ilgileniyorum.
En değerli hazinemiz olan zamanımızı bizden çalan bu sistem yüzünden yemeğimizi bile evde yapamadığımız, yani en basit bir şeyi bile üretemediğimiz bu yaşantı sonucunda ne oluyor? El-göz-beyin koordinasyonu kurmayan, motor becerilerini kullanmaya kullanmaya körelten bir insan ne hale gelir? Aptallaşıyoruz. Yiye yiye aptallaşıyoruz, çöpe ata ata, değiştire değiştire, baka baka aptallaşıyoruz. Her şeyin bir eşya kadar hızlı değiştirilebilir olduğuna inanıyoruz. Hiçbir şeyi çöpe atmaktan gocunmuyoruz. Sevgiyi, dostluğu, ahlakı, iyiliği, emekleri, başarıyı... Halbuki bunlarla tatmin olmayacağız da neyle tatmin olacağız? Yeni telefonumuzla mı, gönderilerimizin beğeni sayısıyla mı, en iyi kombini yaparak mı? Bunların ruhumuzdan çıkan birer serzeniş olduğunu anlamıyor muyuz? Bu tatmin zannettiğimiz küçük ve geçici şeylerin ardından ruhumuzun bize söylemeye çalıştıklarını duymuyor muyuz?
Sırf birileri kötüye kullanıyor ya da birileri kullanmayı bilmiyor diye teknolojiyi suçlayan biri olmadım hiçbir zaman. Ama televizyona aptal kutusu diyen her kimse, bu işin nerelere varacağını bilmiş olsa gerek. İnsanları iyi tanıyan biriymiş desek daha doğru olur. Bu tembellik, bu aptallık, televizyonla başlamadı. Şimdiki cihazlarla da bitmeyecek. Biraz aklımız varsa aptallık etmeyiz. Hayalimizdeki ütopik geçmişte yaşamayı bırakıp o dönemin insanlarının sahip olmak için can atacağı bu fırsatlarla bu zamandan tatmin olmayı öğreniriz. Aksi takdirde neyimize özenecekler dediğimiz bize de özenirler, bizden sonrakilere de...
Comments