Ben atasözlerinin önemli bir kısmına çok inanırım ve büyük saygı duyarım. Aynı şekilde bugün “hurafe” diyerek burun kıvırdığımız inançlardan bazılarının da yavaş yavaş bilimsel veya felsefi açıklamalarının ortaya çıkacağını düşünür ve çıkmakta olduğunu da görürüm. Bunlardan bu sitede ara ara bahsederim sanırım. Bugün konuşacağımız konuyu da atalarımız çok güzel özetlemiş: “Korktuğun başına gelir!”
Bu durumu hepimiz tecrübe etmişizdir. En çok neyden korkarsak, en çok neyden kaçarsak onun kucağına düşeriz. Aslında “insanın sevmediği ot burnunun dibinde biter” ve “şom ağzını açmak” ifadeleri de aynı sebebe bağlanır. (“şom”, Arapça “uğursuz” demektir. Şam’ın ve Türkçedeki bazı ifadelerin de bununla bağlantısı vardır. Puslu Kıtalar Atlası’nı incelediğim yazımda epigraflar kısmında çok kısa bahsetmiştim.) Boney M.’in meşhur şarkısına konu olan, Rus tarihinin gizemli ismi Rasputin’i hepiniz az çok bilirsiniz. Rasputin’in kız kardeşi boğularak öldükten sonra kendisi de oğlan kardeşiyle boğulacakken son anda kurtarılmış ve kardeşi, bu olay sebebiyle yakalandığı zatürreden hayatını kaybetmiştir. Ömrü boyunca boğulmaktan korkan Rasputin, Rus sarayıyla yaşadığı bazı anlaşmazlıklar sonucu öldürülmeye çalışılmış, otopsi raporuna göre içirilen siyanür ve üzerine yağdırılan kurşunlarla değil de kurşunlardan kaçarken düştüğü ve sonrasında ölü bulunduğu derede boğularak ölmüştür. Rasputin, ölmek için boğulmayı beklemiştir.
Buna ters çaba kuralı denir. Bataklıktan çıkmak için çırpındıkça daha çok dibe batan kurbağa hikayesi gibi. Aslında bilinçaltına göre ters bir şey yok. Bilinçaltını anlattığım yazımı okuduysanız bilirsiniz. O, sadece bizim odaklandığımız herhangi bir şey gibi korkularımızı da önümüze getirmeye çalışıyor. Ama neden korkularımız arzularımızdan daha çok başımıza gelir? Korkularımızı sadece onlardan korkarak kendimize çekeriz de arzularımızı neden sadece isteyerek elde edemeyiz? Öncelikle korku, bir problemdir. Biz korkarak bir problem yaratmış oluruz. Zihnimizin tek bir problem merkezi yoktur. Problem yaratma ve problem çözme işlemleri ayrı kanallardan yürütülür. Daha doğrusu bu ortamlara kanal yerine frekans diyebiliriz. Einstein’ın dediğine göre zihnimiz problemi yarattıktan sonra onu aynı frekansta çözemez. Çözmek için farklı frekansa geçmesi gerekir. Biz problem frekansında kaldıkça bilinçaltımız, odaklandığımız her şey gibi o problemi de hayatımıza çeker.
Öte yandan inanç meselesi var. Bilinçaltının en güçlü yakıtı. Bir şeye ne kadar inanırsak onu hayatımıza çekme olasılığımız o kadar artar. Ve bir şey ne kadar gerçekse, ne kadar varsa ona o kadar çok inanırız. Arzularımız neticede hayaldir. Hayatımızda yoktur. Ne kadar “inanıyorum” desek de hayatımıza girmeleri güçlü veya zayıf bir “ihtimal”den fazlası değildir. Ama korkularımız, hayatımızda var olan şeylerdir. Gerçektir. Arzularımız için çoğu zaman çabalamamız gerekirken korkularımızın çaba gerektirmediğini biliriz. Bunu bilmek bile inancı perçinler. Korktuğumuz şey o kadar gerçektir, o kadar her yerdedir ki çabasızca her an başımıza gelebilir. “Her an” olabilecek olması da bizi beklenti içine sokar. Beklediğimiz şeylere beklemediklerimize oranla çok daha fazla odaklanırız. Odaklandığımız için ona yönelik algılarımız açılır. Algıda seçicilik sayesinde korkumuzu milyonlarca ihtimal arasından seçip bulabiliriz. Ve tebrikler! Korktuğumuzu başımıza getirmeyi başardık.
Odak noktamızı korkularımızın üzerinden çekerek, korkumuzu düşünmeyerek (düşünmemeye çalışarak değil, bu daha çok düşünmemize sebep olur) başımıza gelme ihtimalini azaltabiliriz. Ancak arzularımızı korku gibi çalıştırarak rahatlıkla hayatımıza çekebilir miyiz bilmiyorum. Arzularımızdan da kaçarsak onlar da bizi kovalar mı? Beynimizi bu kadar kandırabilir miyiz? Bunu başarabilen olursa bana da anlatsın.
Comments