top of page
Yazarın fotoğrafıAyşe PELİKLİ

PUSUN ARDINDAKİ SIRLAR: PUSLU KITALAR ATLASI

Güncelleme tarihi: 20 May 2022


ayşe pelikli'nin Puslu Kıtalar Atlası inceleme yazısının kapak fotoğrafı

Giriş

Çağdaş edebiyatın en popüler romanlarından biri olan Puslu Kıtalar Atlası, 1992 yılında İhsan Oktay Anar tarafından yazılmış ve ilk basımı 1995 yılında yapılmış olan, yeni tarihselci üstkurmaca bir eserdir. Romanı okumuş olanlar için hazırladığım bu çalışmada kitabın satırları arasına saklanmış detaylardan görebildiklerimi gün yüzüne çıkarıp sizlerle paylaşmak istedim. Anlatacaklarım kesinkes doğrular olmayıp birikimimden ve araştırmalarımdan yola çıkarak yaptığım yorumların sonucudur. Çalışmada yer yer romandan PKA olarak bahsedilmiştir. Keyifli okumalar dilerim.


Kapak Tasarımı

Romanın içeriğine geçmeden önce kapak tasarımlarına bakacak olursak ikisi de İletişim Yayınları’na ait bu tasarımlardan sağ tarafta gördüğünüz yeşil kapak, kitabın adıyla ve işlenişiyle uyumlu, karmaşık yapıya sahip bir harita görünümündedir. Kitapta anlatılan bazı yerleri bu haritada görebilirsiniz. Sol taraftaki kapak ise 7 bölümden oluşan bu eserin her bir bölümünün başındaki illüstrasyonların bir derlemesidir diyebiliriz. Kitaba bir bütün olarak bakılması ve düşünülmüş kapak tasarımlarının hakkettiği değeri görmesi gerektiğinden bu detayları es geçmek istemedim.

İhsan Oktay Anar

İhsan Oktay Anar

Kapaklardan sonra bir de yazarımıza bakalım istiyorum. Çünkü her eser için yazarı önemlidir ama bazı eserler için biraz daha önemlidir. Bu eserde de yazarı tanımanın niçin önemli olduğunu ilerleyen satırlarda anlayacaksınız. Aslen Kazanlı olan İhsan Oktay Anar, İstanbullu bir ailenin en küçük çocuğu olarak 1960’ta Yozgat’ta dünyaya gelmiş, lise çağlarında İzmir’e taşınmış, hatta Puslu Kıtalar Atlası’nı 1992 yılında benim de memleketim olan Karşıyaka’da yazmıştır. Kuzey Irak Harekatı’nda Teğmen olarak görev yapan ve 2009’da Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü kazanan Anar’ın biyografisinde bizim için önemli olan kısım, lisans ve lisansüstü eğitimleridir. Anar, lisans ve lisansüstü eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe bölümünde tamamlamıştır. Yüksek Lisans tezini Sokrates Öncesi Felsefede Varlık Sorunu ve Doktora tezini Antik Yunan Felsefesinde Zaman Kavramı üzerine yazmıştır.

İhsan Oktay Anar ve Felsefe

Zaman ve varlık kavramı üzerine inşa edilmiş bir eser olan Puslu Kıtalar Atlası’nı daha iyi anlamak için bu tezleri okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Yazar, varlık sorununu anlattığı tezinde “varlık” kavramına her şeyden önce Tevrat’ta rastladığımızdan söz ediyor. Tevrat, epigraflarda ve PKA’nın içindeki önemli noktalarda kendini göstermektedir. Daha sonra hiçlik ve yokluğa değinen yazar, bu ifadelere de romanda sık sık yer verir.

İlk Yunan filozofları, var olanın ne olduğunu anlamak için öncelikle var olmayanın ne olduğunu bulmaya çalışmışlar ve var olmayanın yokluk değil “boş mekan” olduğuna kanaat getirmişler. Onlara göre bölünemeyen atomlar birbirine çarparak sonsuza kadar bu boş mekanda hareket ederler. Böylece düşünürler, boşlukta sonsuz bir yaşamın mevcudiyeti fikrine kapılmışlar. Romandaki Ebrehe karakterinin de aynı amaçla deneyler yapığını görürüz. Bu boş mekanı arayan filozoflar, önce doğamıza ve dört elemente baktıklarında havanın boş mekan olabileceğine dair fikirler yürütmüşler fakat Burnet, havanın boş mekanı değil buharı ya da pusu ifade ettiğini söylemiştir.

Var olmayan hakkında bir tanım elde etmeyi başaran filozoflar, bu dolayda var olanın da ne olduğunu keşfetmiştir. Var olan şey küredir. Boş mekan dediğimiz şeyi ise kürenin kendisiyle bir tutabiliriz. Yani aslında var olan ile var olmayan aynı şeydir. Aynı zamanda küre, tanrısaldır. Çünkü tanrının başlangıcı ve sonu yoktur. Kürenin matematiksel şekli de onun bir başlangıcı ve sonu olmasına izin vermez. Antik Yunan Felsefesinde Zaman Kavramı tezine göre Pitagorasçılar, zamanın küre olduğunu söylüyor. Buna göre; zaman küredir, küre tanrısaldır yani zaman tanrısaldır/tanrıdır.


Zaman niçin küredir? Bu soruyu birazdan Bergson’da zaman kavramını anlatırken cevaplayacağım ama kısaca bahsetmek gerekirse Bergson, zamanın (tıpkı küre gibi) parçalanmaz bir bütün olduğundan, tek bir hamlenin devamı olduğundan bahseder. Hatta Bergsoncu bir edebiyatçı olan Ahmet Hamdi Tanpınar da Ne İçindeyim Zamanın şiirinde bu felsefeden bahseder: “Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında/ Yekpare geniş bir anın/ Parçalanmaz akışında”.


Katmanlar

PKA, sarmal kurguya ve ilmekli olay örgüsüne sahip üç katmanlı grift bir eserdir. En dış katmanı İhsan Oktay Anar tarafından yazılmış, yukarıda görsellerini paylaştığım Puslu Kıtalar Atlası adlı romandır. Ama asıl puslu kıtalar atlası bu değil. Bu katman, puslu kıtalar atlasının anlatıldığı puslu kıtalar atlası. Orta katman, İhsan Oktay Anar’ın hayal ürünü olan Uzun İhsan Efendi tarafından yazılan puslu kıtalar atlasıdır. Asıl puslu kıtalar atlası işte bu! Üçüncü katman ise Uzun İhsan Efendi karakterinin hayal ürünü olan Bünyamin karakterinin başından geçenlerin anlatıldığı hikaye bölümü. Aslında sadece Bünyamin değil, kitaptaki tüm karakterler Uzun İhsan Efendi’nin hayal ürünüdür. Dolayısıyla İhsan Oktay Anar’ın hayal ürünüdür. Zaten Uzun İhsan Efendi de İhsan Oktay Anar’dan başkası değildir.

Epigraflar

Roman, epigraflarla başlıyor. Epigraf gördüğümüz yerde bir metinlerarasılık olduğunu anlarız. Kitap, hem kendi içinde metinlerarası hem de dışarıdan metinlerle bağlantılı. PKA, her biri üç parçadan oluşan yedi bölümden meydana gelmiştir. 7 manidar bir rakamdır. Varlık boyutları incelenirken bu rakama çokça başvurulur. Aynı zamanda kainatta ve insanlık tarihinde 7’nin önemli bir yeri vardır. Gökkuşağının 7 rengi, dünyanın 7 kıtası, müziğin 7 notası, haftanın 7 günü, insanın 7 çakrası, Hz. Muhammed’in yaratıldığını tebliğ ettiği 7 arz, Hristiyanlıkta 7 ölümcül günah, Hz. Musa döneminde Hermes okullarında okutulan 7 titreşim yasası, bunlara örnektir. Ayrıca romanda kehanet aynası kıyamete 7 yıl kala çalışmaya başlar, Mesih’in 7. dolunayda geleceğini söyler ve romanın 7. bölümünde, 7. dolunayda Mesih (sahte) gelir.

Puslu Kıtalar Atlası, Carmina Burana

İlk epigraf Carmina Burana’dan alınmış Novae Fulguri dörtlüğüdür. Carmina Burana, Alman müzisyen Carl Orff tarafından yazılmış bir sahne kantatıdır. İlk epigrafın buradan alınmış olması önemlidir çünkü Carmina Burana’nın sembolü çarkıfelektir. Çarkıfelek, antik çağlara dayanan felsefi bir kavramdır. Çarkı çevirmenizle kaderinizde ödül varsa ödül, ceza varsa ceza aldığınız bir kader çarkı, bir şans çemberidir. Üstelik bu kader çarkının dayandırıldığı, Roma şans tanrıçası Fortuna (Vortumna), yılları yönetebildiği yani zamana müdahale edebildiği düşünülen bir tanrıçadır. (Evet İngilizce’de talih anlamına gelen “fortune” ve falcı anlamına gelen “fortune teller” kelimeleri buradan gelir.) Zaman müdahalesi ve çember şekli, romanda kuzeydeki kalede çemberlerle Alibaz’ın tanık olduğu birtakım deneyler yapılması ve Ebrehe’nin zamanı yönetmeye çalışması yönüyle önemlidir.


İkinci ve üçüncü epigraflar, Tevrat'ın şeytandan bahseden bölümlerinden alınmıştır. Dolayısıyla Ebrehe karakteri için yazılmıştır. Tevrat'ı yer yer göreceğimizi en başta söylemiştim. İlk alıntı şöyledir: Boşluğun üzerine kuzeyi yayar/ Ve hiçliğin üzerine dünyayı asar.” (EYÜB 26:7) İkinci katman olan puslu kıtalar atlasına romanda boşluk atlası da denmektedir. Tezlerden bahsederken boşluğu ve boş mekanı anlatmıştım. Ebrehe’nin boş mekan yaratma çabası ve bütün maceraların yaşanmasına sebep olan boşluktan yaratılmış küre şeklindeki şeytan parası bu epigrafla bağlantılıdır.

Diğer alıntı ise şu şekildedir: “Ey parlak yıldız, seherin oğlu, göklerden nasıl düştün! Sen ki, milletleri devirdin, nasıl yere yıkıldın! Ve kendi yüreğinde derdin: Göklere çıkacağım, tahtımı Allah’ın yıldızları üzerinde yükselteceğim ve ta kuzeyde cemaat dağında oturacağım: Bulutların yüksek yerleri üzerine çıkacağım, kendimi Yüce Allah gibi edeceğim.” (İŞAYA 14:12) Burada Allah ile bir yarış söz konusudur. Ebrehe, şeytan olduğundan Allah ile yarış içindedir. İki epigrafta da gördüğümüz kuzey kelimesi dikkat çekicidir. “Kuzey”, Tevrat'ta da romanda da şeytanla bağlantılı olarak kullanılmıştır. Bunun birden fazla sebebi olabilir.

1) Tevrat'ta İsrail’in kuzeyden gelen bir aslan tarafından yok edileceği yazar.

2) Hz. Davut öldükten sonra Yehuda krallığı Kuzey İsrailoğulları ve Güney İsrailoğulları olarak ikiye ayrılmıştır. Kuzey İsrailoğulları, Davut’un soyundan gelen yöneticiyi kabul etmemişlerdir. Güney İsrailoğulları ile çok kez savaştıktan sonra Asur krallığı tarafından ortadan kaldırılmışlar ve Hristiyanların da kutsadığı Yahudi kitabı Tanah’a göre bu ortadan kaldırılma sırasında 12 kabileden oluşan Kuzey İsrailoğullarının 10 kabilesi gizemli şekilde yok olmuştur.

3) Kuzey yönü, bizim kültürümüzde olumsuzluk ve uğursuzluklarla bağdaştırılır. Bu yüzden güneydeki denize ak derken kuzeydeki denize kara dedik. Sadece denizler değil, yöre adları, aile adları isimlendirilirken de kuzey tarafları kara sıfatıyla adlandırılmıştır. Yine kuzey anlamına gelen Arapça Şam(Arap Yarımadası’nın kuzeyinde yer alır) sözcüğü dilimize geçerken “şom ağız” ifadesinde olumsuz anlamda yer edinmiştir. Romanda Alibaz karakterinin kuzeyde öldürüldüğünü görürüz. Kuzeyde şeytani deneyler yapılır ve Ebrehe karakteri kuzeye secde eder.


İlk Cümle

Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı.”

İlk cümle, Osmanlı Türkçesiyle yazılmışken son cümlelerde günümüz Türkçesinin kullanıldığını görürüz. Bu fark, ilk cümlelerin Osmanlı Devleti’nde yaşayan Uzun İhsan Efendi, son cümlelerin ise Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan İhsan Oktay Anar tarafından yazıldığına bir kanıttır. Yine bu cümlede gördüğümüz masal üslubu da özellikle hayal unsurunun yoğun olduğu kısımlarda yer yer karşımıza çıkmaya devam eder.

Bu cümlede zamanların uyumsuzluğu önemlidir. Kainatın yaratılışının 7079. yılında daha ortada insan bile yoktur. İnsanın ortaya çıkışı M.Ö 300.000’e dayandırılır. İsa’dan 1681 yıl ve Hicretten 1092 yıl sonrası, Miladi 1681’e tekabül eder. Yazar, farklı başlangıç noktalarını yani farklı takvimleri temel almış ve milattan önce kaça denk geldiğini bile bilmediğimiz 7079 yılını M.S 1681 ile denk tutmuştur. Bu bir zamansızlaştırmadır. Bu zamansızlaştırma, zaman unsurunun olmadığı bir tür olan masal üslubunu da destekler fakat en önemlisi bizi Bergson’un zaman kavramına götürür. Bunu anlatmak için sizlere temsili bir görsel hazırladım.

Puslu Kıtalar Atlası, Bergson Zaman Felsefesi

Bergson için zaman, daha doğrusu onun deyişiyle “süre”, bir çemberdir. Yani başlangıcı ve sonu olmayan yekpare bir oluşumdur. Biz de bu zaman çemberiyle beraber dönmekteyiz. Büsbütün içinde veya tamamen dışında değiliz. Bir başlangıç noktamız olduğunu varsayalım. Görseldeki X başlangıç noktası, Y spesifik zaman noktası, Z ise şu an bulunduğumuz nokta olsun. X’ten çıkıp saat yönünde ilerleyerek Z’ye geldiğimde Y benim için geçmişte kalır. Saat yönünün tersine ilerlediğimde ise Y noktası gelecektir. Ancak çemberin bir başlangıç ve bitiş noktası olmadığı için nereden başlarsam başlayayım Y noktasına geri döneceğim. Çemberde ilerliyorsam bu döngüyü tamamlamak ve tekrarlamak zorundayım. Yani Y noktasını geride bıraktığım andan itibaren oraya mutlaka geri döneceğim. Yani orası benim hem geçmişim hem geleceğim. Romandaki zaman algısı işte budur.

Karakterler Üzerinden Puslu Kıtalar Atlası

Uzun İhsan Efendi: Romanda anlatıldığı üzere uzun boylu, çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli biridir. Yukarıdaki görsele tekrar bakın. Evet İhsan Oktay Anar, kendini tasvir etmiştir. Bütün gün yeşil bir uyku şurubuyla uyuyarak rüyasında dünyayı gezmeye ve gezdiği yerlerin haritasını çıkarmaya çalışan bu karakter üzerinden varlık sorunu işlenir. Varlık sorununu bilmeden romana taşıyan karakter de korsan Arap İhsan’dır.

Arap İhsan: Uzun İhsan Efendi’nin dayısıdır. İhsan Oktay Anar’ın da gerçekten Arap İhsan lakaplı bir dayısı varmış. Kocamustafapaşa’da nam salmış biriymiş. Hiç çocuğu olmadığı için İhsan Oktay Anar’ın annesi ona dayısının adını vermiş. Arap İhsan, Descartes’ı ve dolayısıyla varlık sorununu ve Alibaz karakterini romana sokmasıyla önemlidir.

Varlık sorunu romana şu şekilde girer: Korsan olan Arap İhsan’ın bir gün bir yağma esnasında koynuna soktuğu rastgele bir kitap sayesinde hayatı kurtulur. Burada önemli noktalardan biri, o esnada üzerinde zırh da bulunan Arap İhsan’ın hayatının kitap sayesinde kurtulmasıdır. Bu, bilgiyi yücelten bir detaydır. Romanda bilginin yüceliğine vurgu yapan ilk karakter aslında Kubelik’tir.

Kubelik: Yazısı çok güzel olduğu için yazıları temize çekmekle görevli bir Cenevizlidir. Olaylar gelişir, kendini tıbbın içinde bulur ve yaşadığı dönemde kadavralar üzerinde çalışmak yasak olmasına rağmen canı pahasına kadavralar üzerinde çalışarak insan anatomisi atlası oluşturmaya çalışır. Kubelik, romanda çokça vurgu yapılan “bilme arzusu”nu temsil eden ilk karakterdir.


Hayatını kurtaran bu Frenkçe kitabı okumak isteyen Arap İhsan, tercüme ettirmek için kitabı Kubelik’e götürür. Kubelik’in kitabı tercüme edip Arap İhsan’a vermesi için Uzun İhsan Efendi’ye götürmesiyle Uzun İhsan Efendi kitabı okumuş olur ve “Düşünüyorum öyleyse varım” cümlesini gören Uzun İhsan Efendi, varlık üzerine düşünmeye başlar. Böylelikle biz de bu kitabın Rene Descartes- Metot Üzerine Söylemler olduğunu anlarız.

Uzun İhsan Efendi, “Düşünüyorum öyleyse varım” cümlesini “Düşlüyorum öyleyse varım”a çevirir. Çünkü Descartes, “Her şeyden şüphe ediyorum, yalnızca şüphe ettiğimden şüphe etmiyorum” diyerek üzerine düşündüğü şeylerin varlığından emin olamadığını ama düşündüğünden emin olduğunu belirterek kendi varlığını bu bağlamda kanıtlamaktadır. Uzun İhsan Efendi ise bu görüşten yola çıkarak aşağı yukarı şu fikre sahip olur: “Ben bir şey düşündüğümde o şey benim zihnimde bile olsa bir yerlerde var oluyor. Ben o şeyi var ediyorum. Dolayısıyla benim var olmam için birinin de beni düşünmesi lazım. Öyleyse düşündüğüm için ben var değilim, düşündüğüm için sizler varsınız.” Ve yer yer romandaki karakterlere onların gerçek olmadığını, hepsinin kendi zihninin bir ürünü olduğunu söyler. Bu aynı zamanda solipsist yani tekbenci bakış açısıdır. Nitekim Descartes felsefesi de bir yöntemsel tekbencilik sayılabilir.

Bunların yanı sıra bütün roman Uzun İhsan Efendi’nin hayal ürünü olduğu için tanrısal bakış açısına sahiptir ancak Uzun İhsan Efendi’nin daha kendi varlığından bile emin olamaması tanrısallıktan son derece uzaktır. Fakat ilerleyen bölümlerde tanrısallığa yeniden yaklaşır. Bir bölümde Uzun İhsan Efendi’nin işkence sonucu gözlerini ve kulaklarını kaybetmesine rağmen her uzvu yerinde olan bir insan gibi hareket edebildiğini görürüz. Bu durum elbette şu soruyu beraberinde getirir: Madem bütün roman, Uzun İhsan Efendi’nin rüyası ise insan hayallerinde kendine niçin böyle işkence ettirsin? Bu bir suretsizleştirme örneğidir. Duyu organları olmadan da görüp duyabilmekte, romana yön verebilmektedir çünkü hayal kurmak için bunlara ihtiyacı yoktur ve roman onun hayalidir. Bu uzuvlara ihtiyaç duymadan her şeyi bilmesi tanrısal bir özelliktir. Yine yazarın varlık sorunu tezinde anlattığına göre eski Yunan filozoflarından Parmenides, göze ve kulağa güvenmez, sezgiye ve mantığa güvenir. Sezgicilik, bu eser için önemli felsefi kavramlardandır. Eseri anlatmak için fikirlerinden yararlandığım Bergson da Tanpınar da sezgicidir.


Uzun İhsan Efendi’nin bu durumunu açıklamanın tek yolu aslında felsefe değildir. Jose Saramago’nun Körlük romanını okurken yaptığım bir araştırmada edindiğim bir bilgiye göre ilk insanlar, evrimleşmeden önce duyu organlarını kullanmadan duyumsayabiliyorlardı. Hatta bu nedenle duyu organları bugünkü kadar gelişmemişti. Bu duyumsamayı epifiz beziyle sağlayan insanlar, zaman içinde duyu organlarını geliştirerek epifiz bezini körelttiler. Görme engelli bireylerin kendilerine gösterilen nesnelerin görüntüsüne dair sorulan sorulara doğru cevap verebilmeleri, daha önce geçmedikleri yollardan geçerken köşeleri rahatlıkla dönebilmeleri, bu arkaik yetenekle açıklanmaktadır.

Bütün gün uyuyup rüya gören Uzun İhsan Efendi’nin rüyalarından birinde Arap İhsan’ın öldüğünü görürüz ve gerçekten de Arap İhsan ölmüştür. Zaten tüm roman Uzun İhsan Efendi’nin hayal ürünü olduğu için bu fantastik değil gayet sıradan bir detaydır ve az sonra Alibaz karakterinde açıklayacağım düş-gerçek zıtlığını ortadan kaldıran teze örnektir. Uzun İhsan Efendi, yine aynı rüyada aynaya baktığında kendini Bünyamin olarak görür ve Bünyamin mi yoksa Uzun İhsan Efendi mi olduğundan emin olamaz. Çünkü aslında Uzun İhsan Efendi’nin İhsan Oktay Anar olması gibi Bünyamin de Uzun İhsan Efendi’dir. Romanda Uzun İhsan Efendi’nin Bünyamin’i maceraya attığını görürüz. Çünkü Uzun İhsan Efendi kuramcı olduğu için masaya oturur ve yazar, maceraya atılacak cesareti yoktur. Bu nedenle hayallerinde onun yerine maceraya atılacak bir karakter olarak Bünyamin’i yaratır.

Alibaz: Arap İhsan’ın bir de Alibaz karakterini getirdiğini söylemiştim. Alibaz, Arap İhsan’ın gemide bulduğu, üç yaşından beri afyon ruhuyla uyutulmuş, sonrasında bu maddeye bağışıklık kazandığı için hiç uyumamış ve hiç rüya görmemiş 9-10 yaşlarında bir çocuktur. Ama romanda yazar, Alibaz’ın uyuyanlardan çok daha renkli düşler gördüğünü söyler. Yukarıda zaman kavramına değinen şiirine yer verdiğim Tanpınar’a göre rüya ikinci bir hayattır. Rüya uykuya bitişik ya da onun içinde bir “şey” değildir. “İnsan geceyi nasıl içinde taşıyorsa rüyayı da her daim içinde taşımaktadır.” Alibaz karakteri üzerinden hem bu tez desteklenir hem de Şeyhname parodisi yapılır. Bildiğiniz üzere okul yıllarında kendini Efrasiyab ilan eden Alibaz, parodik bir şekilde Şeyhname’nin efsanevi hükümdarı Efrasiyab’ın kahramanlıklarını canlandırır ve en sonunda Ebrehe ile aynı amacı güden kişiler tarafından dostane bir tavırla ikram edilen zehirli suyu içmek suretiyle ölür. Alibazın ölümü, Efrasiyab gibi güçlü ve hiddetli bir hükümdarın bile Ebrehe gibi insanlar tarafından basitçe alt edilebileceğini göstermesi açısından önemlidir.

Bünyamin: Uzun İhsan Efendi’nin oğlu olan Bünyamin, soruları olan pasif bir karakterdir. Annesinin kim olduğunu bilmez, babasının da gerçekte kim olduğunu bilmez. Babasının bütün gün uyuyarak evi nasıl geçindirdiğini bilmez. Çok fazla sorusu olan Bünyamin bir gün Ebrehe’nin “Ne istiyorsun?” sorusuna “Bilmek istiyorum” yanıtını verir. Bilmek isteyen de esasında Uzun İhsan Efendi’dir. Yani İhsan Oktay Anar’dır. Hatırlarsanız Bünyamin lağım ocağına giderken babası nihayet tamamladığı dünya atlasını yani puslu kıtalar atlasını oğluna hediye etmişti. Bünyamin’in katmanlardan bahsederken de belirttiğim gibi aslında kendi hikayesinin anlatıldığı puslu kıtalar atlasını hiçbir zaman baştan sona okuyamayacağını düşünmesi ve babasının da önerisi sebebiyle sadece başı sıkıştığında fal kitabı olarak kullanması, belki de insanın kaderini, geleceğini ve sonunu hiçbir zaman bilemeyeceğine bir göndermedir. Elinde olmasına rağmen insan onu açıp okuyamaz. Çünkü belki de öğrenmemesi gerekir.

Ebrehe: adını “Mesih’e yemin olsun ki ondan daha iyisini yapacağım” diyerek büyük bir katedral inşa eden ve fillerle Kabe’yi yıkmaya gelen ama ebabil kuşları tarafından taşlanan Yemen valisi Ebrehe’den alır. Ebrehe romanın şeytan karakteridir. Şeytanlığına dair kanıtlardan biri de şu bilgilerde saklıdır:Ebrehe, Teşkilat-ı İstihbarat-ı Hümayunun başkanıdır. Bu teşkilat seneler önce Avrupa’dan getirilen bir casus tarafında kurulmuştur ve devletin tüm bilgileri bu teşkilatta özel bir defterde saklanmaktadır. Her sayfasında 666 harf bulunan defterler, üzerinde 666 ayna ve her aynaya bağlı 666 düğme bulunan ve pi sayısının ilk 666 basamağının şifre olarak girilmesiyle çalışan bir düzenekle okunabilmektedir. 666'nın yanı sıra Mesih ile savaşmaya kalkması da şeytan olmasından dolayıdır ve tarihteki Ebrehe'ye bir göndermedir.


Ebrehe, zamanı yönetmeye çalışır, kuzeye secde eder. Bu yüzden küreyle ve boş mekanla son derece alakadardır. Ebrehe ve Bünyamin bir çatışma yaratır. Bünyamin’de sorular, Ebrehe’de cevaplar vardır. Bünyamin iyidir. Zaten adı bile uğur, bereket, sağ el anlamına gelir. Ebrehe kötüdür, hatta şeytandır. 7. cismin ötesindeki 8. cismi, yaratılmamış olanı yaratmaya çalıştığını söyler. 7 sema birlenince 8. kat olan cennete çıkılır. Tepe çakrası 8. daire ile bağlantılıdır ve bu menzilin açılması epifiz bezi ile ilişkilidir. 7, kainatın kapısı ise 8, anahtarıdır. Ebrehe, kapıyı bulduğunu düşünerek anahtarı yaratmaya çalışır. Yaratmak Allah’a mahsustur. Ebrehe, Allah’a meydan okumaktadır. Elbette başarılı olamaz ve zamanında ipten aldığı ama kurtardığı hayatını türlü yalanlarla çaldığı Hınzıryedi tarafından öldürülür. Bu esnada dilencilerin teşkilatı taşlaması, bize Ebrehe’yi taşlayan ebabil kuşlarını hatırlatır.

Sonuç

Romandaki tüm karakterlerin bir hikayesi vardır, her biri tek tek anlatılır ve hiçbiri boşuna yazılmamıştır. İsimleri bile özenle seçilmiştir. Vardapet, Ebrehe, Bünyamin... Hepsi tarihi kişiliklere atıfta bulunur. Bazen Bünyamin gibi pasif bir karakterin ağzından çıkamayacak zekice cümlelere şaşıran Ebrehe, “sanki seni başkası konuşturuyor” der. Evet Bünyamin’i Uzun İhsan Efendi konuşturmaktadır. Bunu, Bünyamin’in fal kitabını son kez açtığında okuduğu satırlarda itiraf eder. Ve aynı satırlarda romanın ilk cümlesini anlatırken değindiğim günümüz Türkçesini görürüz. Böylece yazarın o satırları kendisi, yani İhsan Oktay Anar olarak yazdığını anlamamız üzerine şu cümlelerle karşılaşırız: “Rendekâr (Rene Descartes) düşünüyor olduğundan varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım ama kimim? Galata’da Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra söz gelimi İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam mı?”

İhsan Oktay Anar; varlık sorununu, düş-gerçek ikilemini çözemeden romanı sonlandırsa da bize uzun uzun düşünme imkanı sunmuştur. Ben düşündüklerim ve bildiklerimle ancak bu kadarını anlayabildim. Romanda üzerine uzun uzun düşünüp, bir şey anlattığını anladığım ama çözemediğim kısımlar vardı. Örneğin ilk bölümün son sayfası bunlardan biriydi. Koltuğunun altında bir kitapla bekleyen uzun boylu, çekik gözlü adamın İhsan Oktay Anar olduğunu biliyorum. Ama anlatılmak istenen olayı anlamıyorum. Belki de bilmemin mümkün olacağı bir şey değildir. Eminim ki bunun gibi çözemediğim cümlelerin yanı sıra çözülecek bir şey olduğunu anlamadan okuyup geçtiğim daha birçok cümle vardır. Bu sebeple bu eser, bir kez okunup rafa kaldırılacak bir eser değildir. Okur, seneler içinde bilgi dağarcığı arttıkça bu romanı tekrar tekrar okumalı ve gördüğü yeni detaylara şaşarak romana hayran kalmalıdır.


KAYNAKÇA

ANAR, İ.O. (2020). Puslu Kıtalar Atlası. 71. Baskı. İstanbul:İletişim Yayınları.

ANAR, İ.O. “Sokrates Öncesi Felsefede Varlık Sorunu”. Yüksek Lisans Tezi. İzmir:1987.

ANAR, İ.O. “Antik Yunan Felsefesinde Zaman Kavramı”. Doktora Tezi. İzmir:1994.

LAFCI, S. “İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası Romanında Anlatıcı, Bakış Açısı Ve Anlatım Teknikleri”. İstanbul Kültür Üniversitesi.

DEMİR, Z. “Bergson Felsefesi Işığında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şiirinde Zaman”. Uluslararası Toplum ve Kültür Çalışmaları Dergisi. 2019.S.3.1-20.

770 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


peliklipervin
peliklipervin
Aug 20, 2021

Çok güzel olmuş 👍👏👏👏💞😙

Like
bottom of page